M. Turhan Tan

Cehennemden Selam


Скачать книгу

topu” namı verilen garip ayin o cümledendir. Şeyh efendi, mutat tehlillerden sonra sıranın toplaşmaya geldiğini söyler söylemez müritler birbiri üzerine atılırdı. Zaten bu tarikatta, müritlerin bir kısmının ve yeteri kadarının genç olmasına özen gösterildiğinden toplaşma sırasında bir genç ve bir yaşlı derviş yan yana tesadüf eder, manzarası, dağınık bir iplik yumağını andıran bu vaziyet, yarı karanlık içinde, şeyhin ayağa kalkma işaretine kadar sürerdi.

      En mühim tarikatların ayin merasimi çoğunlukla üç sahneyi içerirdi ve bu sahnelerin hepsi üç saat uzayıp giderdi. İlk sahne, dervişlerin posta kurulmuş olan şeyhe samimiyetini arz etmeleriyle başlardı. En yaşlılarından dört derviş, evvela şeyhe yaklaşır, sırasıyla onu öperlerdi. Sonra bunların ikisi sağa, ikisi sola otururdu. Diğerleri, kolları kavuşuk, başları ziyadece öne eğilmiş bir vaziyette ilerler, tarikatın kurucusunun ismi yazılı levha önünde ayrı ayrı, rükûdaymışçasına eğilirlerdi. Ellerini yüzlerine ve sakallarına götürdükten sonra, şeyhin önünde diz çökerler; elini, büyük bir saygı ile öperler ve aheste aheste salonun ortasındaki koyun postlarına doğru giderlerdi. Herkes yerini bulunca şeyh tekbir alır ve bütün dervişan şeyhe imtisal ederdi.39 Biraz sonra şeyhin yüksek sesle kelime-i tevhidi tilavet etmesi üzerine dervişler ellerini yüzlerine, göğüslerine, karınlarına ve dizlerine vurarak bir taraftan diğer tarafa sallanmaya başlarlardı.

      İkinci sahne, şeyhin iki tarafında bulunan ihtiyarlardan birinin terennüm ettiği naat ile başlardı. Bu sefer dervişler, sağdan sola değil, öne ve arkaya doğru sallanarak harekete gelirlerdi; sağ ayak, daima yerinde kalır ve sol ayak vücudun hareket yönüne aykırı olarak mütemadiyen hareket ederdi. Bu sahnede dervişlerden kimi içini çeker kimi hıçkırarak ağlar. Hepsinin beti benzi atmıştır, yüzleri terle örtülüdür!

      Üçüncü sahneyi yine şeyhin iki tarafındaki dervişten biri, fakat bir başkası açardı. Bu sahnede dervişlerin sallanması daha seri olurdu.

      Nihayet dördüncü sahne başlar ve bu sahnede dervişler başlarını açarlar, bir halka teşkil ederler, kollarını birbirlerinin omuzları üzerine koyarlar ve bu vaziyette ayaklarını vakit vakit yere vurarak yahut birlikte sıçrayarak salonu tekdüze adımlarla devrederlerdi.

      Tarikatlar tarihini yazmadığımız için bu beşinci faslı fazla uzatmak istemiyoruz. Yalnız tekkelerin dış yüzünü kısaca tasvir ederken oörümcek ağlarının iç yüzünü de bir nebze açıklamak isteriz.

      Tekke hayatında hâkim olan, genellikle riyadır. Zaten halkın vicdani saflığını, mantıksız itikadını istismar için kurulan bu ocaklarda başka türlü bir ayırıcı özellik tasavvur olunamazdı. Dervişlerin alçaltıcı ve iğrendirici bir imani bozulma ile yüce saflıklarını kaybettikleri unutulmamak şartıyla, tekkelere ta gönülden bağlı olduklarını kabul ediyoruz. Bu şuursuz sürü, zaman zaman ve zemin zemin, mezhepleri ve tarikatları uğrunda sevine sevine canlarını feda etmişlerdi. Fakat şeyhler?.. Tereddütsüz denilebilir ki bunlar, istisnasız ikiyüzlü, sahtekâr, hilebaz birer şahsiyet idi.

      Bir şeyhin en büyük mahareti ve yegâne kudreti “esrarlı” görünmesindeydi. Bu adamlar, daima muttaki, perhizkâr görünürler, belirsiz sözlerle muhataplarının tecessüs ve merakını celp ve tahrik etmeyi bilirlerdi.

      Mesela, bir münasebet düşürerek “Havva, Âdem’in bir kaburga kemiğinden çıkartıldı, ne demektir?” deyiverirlerdi. Fakat bu sorunun cevabını vermezlerdi. Maksat, dinleyenlerde hayret, şaşkınlık, tereddüt meydana getirmekten başka bir şey değildi. Bazen söyledikleri sözü izaha başlarlar, yine tamamlanmamış olarak bırakırlardı. Ve “Din, pek güçtür, pek esrarengizdir; ancak kalbi Allah tarafından ilham nuru ile parlatılan bir imanlı kul, din-i mübinin hakiki manasını anlayabilir.” tekerlemesiyle gerekli buldukları belirsizliğin, muhataplarında irfansızlıktan ileri geldiğini hissettirirlerdi.

      Şeyhlerin hususi hayatlarında namaz, zekât, oruç gibi farzların hiçbir mevkisi yoktu. Bütün bu merasim, onlarca timsallerin tasvirlerinden başka bir şey değildi. Ancak avamı itaat altında tutmak için bu ilahi emirlere hürmetkâr görünürlerdi.

      Bazen, dinî adap ve erkânı, apaşikâr terk etmekle halkı çileden çıkaran tarikat kurucuları da görülmüştü. Daha Hicret’in üçüncü asrında türeyen “Karmat” lakabıyla meşhur şahsın hareketi bu kabîldendi. Bu adam, binlere varan müritlerini bütün dinî ibadetlerden muaf tutmuştu. Artık hiçbir kimse namaz kılmakla, oruç tutmakla mükellef değildi. Bilakis herkes, mezheptaş olmayanların mallarını yağma etmekte hürdü.

      Miladi 14’üncü asrın ortalarına doğru Fransa’nın kuzeyinde meydana gelen çiftçi isyanı gibi “Karamit”in kulları da Doğu âleminde ilk köylü ihtilalini yapmışlardı. Fakat iktisadi değil, mezhebî ve yırtıcı bir hücum ile!40

      Çelebi Mehmet devrindeki Şeyh Bedrettin-i Simavi, aynı yollardan giderek o çok tehlikeli ve çok büyük bir dinî isyanı ilan ve idare edebilmişti. Karmati gibi o da yeryüzünün bütün zenginliğinin kendilerine vadedilmiş ve ait olduğunu müritlerine temin etmişti.

      Misalleri çeşitlendirmekten kaçınıyoruz. Gösterdiğimiz örnekler, bir şeyhin ruhunda daima fırsat bekleyen, parlamaya hazır bir itikatsızlık rüyetinin mutlaka yaşadığını lüzumu kadar ispat eder. Yalnız muhterem okuyucunun şuna inanmasını isteriz ki İslam’ın göğsünden doğan “Karamita” mezhebi mensuplarının bir zamanlar Mekke’yi de tahrip ettikleri tarihi bir hakikattir.

      Ebu Tahir isminde bir adamın reislik ettiği yeni mezhep salikleri bir hac mevsiminde mukaddes şehre hücum etmişlerdi. Haccac’ın korkutması ve dehşeti tasviri imkânsız idi. Erkekler ağlayarak, dua ederek Kâbe’nin duvarlarına tırmanıyorlardı. Kadınlar, sığınacak bir yer bulamamaktan kederli, ah ve inleme içinde yerlerde sürükleniyorlardı. Fakat saldıranlar aralıksız ilerliyorlardı. Önlerine rast geleni kılıç darbeleriyle öldürüyor, atların ayakları altında çiğniyorlardı. Ebu Tahir dertli hacılarla alay ederek “Siz hakikaten eşeklersiniz. Bu toprağın darülislam olduğuna inanıyordunuz. Bu eman ve selamet nerede?” diye bağırıyordu.

      İşte Allah’ı bir, peygamberi hak, Kur’an’ı mukaddes tanıyan bir mezhep ki onun salikleri, Kâbe’yi tahrip etmekte bir sakınca görmemişlerdi. Ve oradan Hacer-i Esved’i ganimet diye alıp dokuz sene yanlarında taşıdıktan sonra, bugünkü evrak-ı nakdiye hesabıyla, iki yüz bin lira karşılığında geri vermişlerdi.

      Ruhen böyle alçak bir istidat taşıyan şeyhlerin zevk ve haz namına yapılmadık şey bırakmayacakları kolaylıkla anlaşılır. Gerçekten tekkeler, baştan başa bir zevk ocağı, bir aşk yatağı idi. Her şeyhin mutlak ve mutlak sürülerle sevgilisi bulunurdu. Hariçte tespihi elinden düşürmeyen şeyhin, halvetgâhında meşgalesi pek başka olurdu.41

      Aşk denilen şu herkesin bildiği duygu, onlarca hakiki ve mecazi namıyla ikiye ayrılmıştı. Her güzel şey, cansız veya canlı olsun Allah’ın kudretinden bir numunedir. Eserdeki güzellik, eser sahibinin ilahi cemalinden bir zerredir; nasıl ki gök gürlemesi, şimşek ve her türlü afetler de Allah’ın celalinden bir nişanedir.

      İnsan mükemmel varlık olduğu için bilhassa ilahi sıfatlara aynadır. Cazibeli bir göz, göz çeken bir sine, güzel bir endam, hep, hep Allah’ın cemalini hatırlatır. İşte böyle, abitçe ve zahitçe bir hatırlatmaya vesile vereceği içindir ki güzel yüzlü gençleri sevmek sırf ibadettir! Gençlerin aşkı ruh rehberi olarak görülerek aşkullaha ulaşılır! Hakiki aşk ile mütehassis42 olduktan sonra, güzellerle eş olmakta, onları kucaklamakta ve öpüp okşamakta hiçbir mahzur yoktur. Bu kucaklamalar, bu buseler tıpkı bir çiçeği koklamak gibidir.

      Çiçeğin