M. Turhan Tan

Cehennemden Selam


Скачать книгу

Bey çıkar çıkmaz memleket âyanını “Hemen otuz bin âdem toplamaya kadir olan şahsı zinde koyup gittiğimde ol asker ile Konya Hisarı’nı zapt ve tahassun ederse hâl nice olur?” sözleriyle susturmuş ve Siracoğlu’nu da kementle boğdurmak suretiyle idam eylemişti.

      Hele Yusuf Paşa’nın katli büsbütün başka şekilde vukuya gelmişti. Kuyucu Paşa, bağlılarını da elde edebilmek için bu suçlu vezirin katlini erteleyerek kendisini has misafiri unvanıyla yanında alıkoymuştu.

      Bir seher vakti “Oğlum Yusuf Paşa’yı davet eyle. Gelsin kahve içelim.” emriyle misafiri otağa çağırtmıştı.

      Dertli Yusuf Paşa gelince ihtiyar “Behey oğul! Sana muhabbetimi bilirsin. Sensiz kahve içmek olur mu? Gel, çadırın ardına gidelim, tenha oturalım. Geleni dahi komasınlar…” diye babaca iltifatlar göstermiş ve misafiriyle birlikte otağın arkasına geçmişti.

      Tam kahvaltıya başlayacağı sırada kapıcılar kethüdası içeri girmiş ve “Avlonya Beyi Hüseyin Bey gelip yetti. Ne cevap edelim?” demişti. Serdar, güya bu haberden hiddetlenmiş gibi başını sallamıştı:

      “Ne temaşadır! Bir vakit olmaz ki kendi safamızda olalım. Çare yok, ben taşraya çıkayım. Siz yemekten buyurun.”

      Ve sonra musahip nedimlerine “Sizler oturun, paşa oğluma yoldaşlık edip yemek yiyin.” emrini vermişti.

      Musahip güruhu, Yusuf Paşa ile oturmuşlardı. Sofraya, ilk yemek olarak, “mertebani26 içinde” paça gelmişti. Yusuf Paşa, “Buyurun.” diye el sunarken hazır bulunanlardan eline çabuk biri hemen başından tülbentini kaldırmış, çeşnigirlerden kuvvetli bir şahıs da paşayı sofranın kenarına yıkarak ellerini sıkı sıkıya tutmuştu. Artık geri kalanlar için muhterem misafirin üzerine koşuşup hemen başını kesmekten başka yapılacak bir şey kalmamıştı.

      Kuyucu’nun bir nevi “fars”ı27 andıran bu gibi icraatı, orduyu çoğunlukla eğlendirir, bazen kızdırırdı. Gelgelelim bu kanlı vakalarda obitmez tükenmez yolların yorgunluğunu azaltan bir mahiyet mündemiç gibiydi.

      Her günkü yürüyüş, 20-25 kilometre arasında değişiyordu. Bu mesafe uzundu ve kuvvetli askerler için çok görülemezdi. O zamanki yollardan, taşkın ırmaklarla sıra sıra tepeler vadiler arasından bu mesafeyi katetmek dayanılmaz bir hâl idi. Zaman olurdu ki, asker, koca koca tepeleri sırtlarında taşırdı, mandaların acziyetini gösterdiği yerlerde insanlar ağır yükleri çekmeye girişirdi.

      Bu zahmet dolu yolculuğun yegâne zevki, Kuyucu’nun oynattığı bir perdelik “gülünç facialar”la sınırlıydı.

      Ordu bu şekilde nihayet Diyarbakır’a yaklaşmıştı. Bir gün sonra meşhur Rumiye Şeyhi’nin bahçeleri görülecek ve Diyarbakır Valisi Nasuh Paşa, meşhur serdarı ve orduyu orada karşılayacaktı.

      Nasuh Paşa’nın dairesi, orduda ağızdan ağıza dolaşan mesel hükmüne geçmişti. Sarıca ve sekban olarak beş bin askeri, iki bin mükemmel süvarisi vardı. Kapı ve iç oğlanları, silahtarları, kavasları, şatırları, seyisleri bu yekûnden hariç idi. Nasuh Paşa, bu muazzam kuvveti özel bir intizam içinde giydirmekle ve idare etmekle şöhret kazanmıştı. Bir Nasuh Paşalı, kıyafetçe saray ağalarından daha şık ve zarif idi.

      Kuyucu Paşa, Diyarbakır valisinin bu ihtişamını bildiği için onunla buluşma sırasında ordunun da intizamlı bir heybet göstermesini istiyordu. Beylerbeylere, mirimiranlara, alay beylerine, bölükbaşılara, çorbacılara, paşanın arzusu tebliğ olunmuştu. O gece sabaha kadar yeniçeri ve sipahiler elbiselerini temizlemekle, silahlarını bağlamak ve parlatmakla, atlarını, at takımlarını tımarla meşgul olmuşlardı.

      Nihayet iki vezir karşılaştı. Rumiye Şeyhi’nin “Kuş Bahçesi” namıyla yâd olunup şöhreti dillerde destan olan bahçesi önünde Nasuh Paşa, serdara doğru atını sürmüştü. Aradaki mesafe, kırk adıma kadar inince hakikaten süvarice bir maharetle atını derhâl durdurup yere atlamış ve “eli göğsünde” Kuyucu’nun tarafına yönelmişti.

      Diyarbakır valisinin yaya yürümeye başladığı anda, muhteşem serdar da atını durdurmuş ve Nasuh Paşa ile aralarında beş adım kalıncaya kadar bekleyerek ancak o vakit, atından inmişti.

      Nasuh Paşa, Kuyucu’nun huzuruna gelir gelmez hemen eğilmiş ve elini eteğini öpmüş, iki dakika kadar “tahıyyat secdesinde” kalmıştı. Bütün ordu, arkasında en debdebeli bir talihli kafile taşıyan Nasuh Paşa’nın, çelimsiz ve cılız, zayıf ve güçsüz Kuyucu Paşa önünde aldığı zelil duruşu hayretle seyrediyordu.

      Kuyucu, devletmeap rakibinin şu alçalışını alay edercesine bir hoşça seyrediyordu. Sonra “Estağfurullah, paşa karındaş!” demişti. “Biz de hoş geldik, sen de… Buyurun, ata binin! Atbaşı beraber yürüyelim.”

      İki saat sonra, serdarın ordusu Diyarbakır tarafında çadır kurmaya başlamış, Kuyucu da Diyarbakır nakibüleşrafının konağında istirahate koyulmuştu.

      Ordunun saka ve seyis gibi hizmet güruhu, cephane ve erzak kolları, yedek eşya ve hasta fertleri gece yarılarına ve hatta sabaha kadar ordugâha akıp geliyordu. Bu meyanda küçük bir çocuk, düşük kıyafetli bir şahıs tarafından dizgini çekilen bir katar ortasında, yavaş yavaş Diyarbakır’a girmişti. Bu, anlaşıldığı üzere, bizim Kör Mahmut olup katırı yedekleyen şahıs da mahut Tanrıbilmez idi!..

***

      “Seni boyunca altına gark etsem yine az! Bu hizmetin unutulmaz. Fakat bana düşünceni de aç, şimdi nidüp nişlemek gerek? Bu ‘Nuhi Koca’ rahat durmaza benzer.”

      “Allah efendimi var etsin, senin sağlığından gayrı bir dileğim yok. Senin gibi bir kahramana elem gelmesin diye bu işi işledim. Yanında makbule geçmişsem ne mutlu, ihtiyar kurdun tırnağını sökmekten başka bir tedbir gözümü tutmuyor.”

      “Güzel söylersin ama hüner yolunu bulmakta, beni baba bilip de açıl. Sence kolaylık nerededir?”

      Ordunun Diyarbakır’a vardığı gece, ortalıktan el ayak kesildiği demlerde, Nasuh Paşa ile Çeşmi’yi karşılaşmış görüyoruz. Civelek vasıtasıyla gönderilen mektup, on gün evvel mürsilünileyhe ulaşmıştı. Şimdi paşa ile Çeşmi, diz dize bir vaziyette, Kuyucu’ya karşı ne gibi tedbirler alınmak lazım geleceğini müzakere ediyorlardı.

      Felek kızını aldıktan sonra, milyonlara varan servetine de konan Nasuh Paşa, bol vaatlerde bulunarak Çeşmi’yi kör bir alet hâline getirmek istiyor; Çeşmi ise onu, Kuyucu’nun heyulasıyla büsbütün korkutarak kati bir teşebbüse sevk etmek diliyordu.

      Her iki adamın gönlünde, halkaları hınçtan dokunmuş bir yılan kıvrım kıvrım yatıyordu. Fakat her birinin taşıdığı kinin membasının meydana getiricisi başka olduğu gibi, hınçlarının gayesi de farklıydı. Biri, düşmanını baş aşağı ettikten sonra cesedine basarak ikbal yolunda yükselmek, diğeri “Oh olsun!” demek istiyordu.

      Çeşmi’nin içinde büyüdüğü muhit, temas ettiği hadiseler ve küçükten beri dimağında yer tutan telakkiler ve intibalar, kendisini mertliğe meyilli bulunduruyordu. Gerçi yaptığı iş, namertçe idi. Lakin hünkârın jurnalinde Nasuh Paşa’yı haberdar etmek meselesinde vicdani bir hayli hafifletici sebepler vardı. Kuyucu’ya arkadan suikast tertibine gelince; bunu kabul etmekte mütereddit bulunuyordu. O, Nasuh Paşa’nın mertçe dövüşerek Kuyucu’yu tepelemesini arzu ediyordu.

      Göksün Yaylası’ndaki ölüm kuyusundan Kör Mahmut’u çıkardığı günden beri kurduğu plan tek bir esasa dayanıyordu: Kuyucu’yu bir belaya uğratmak… Evvelleri, onun dairesine girerek yaptıklarını ve hâllerini öğrenmeye çalışmayı ve bir ipucu elde ederse saraya