M. Turhan Tan

Cehennemden Selam


Скачать книгу

darbe yiyor, fakat küçük bir elem sedası bile çıkarmıyordu.

      Otuz iki tarikatın o devirlerde yüzlere varan hankâhları,30 zaviyeleri içinde bu hüneri gösteren yegâne mürşit, Rumiye Şeyhi idi. Onun babası, semahaneyi31 şişelerle doldurtturur ve oynak bir ata binerek, hiçbir tanesini kırmamak şartıyla, şişelerin üstünden dolaşırdı.

      Şimdiki şeyh, şişeleri dervişlerle değiştirmişti ve bundan daha açık bir “tasavvuf remzi” vardı: At, hayatın ağırlığını temsil eder!

      Alelade insanlar o ağır yüke tahammül edemez; fakat şeyhin temasıyla, o ağırlık, hafiflik kazanmaktadır ve görüldüğü üzere, müridan, atın altında hiçbir elem duymamaktadır. Kısacası fâni hayatın ağırlığını çekebilmek, ruhen temizlenme, batınen incelmeye bağlıdır. Bu dereceye erişebilen mütteki bir derviş, şeyhin atından çifte de yese ses çıkarmaz.

      Rumiye Şeyhi’nin kerameti bununla sınırlı değildi. Babasının öldüğü günün yıl dönümlerinde şeyh efendi, bir büyük hüner daha gösterirdi. Her sene o gün, babasının mezarında muhteşem bir ayin yapılırdı. Dört taraftan, senelik vergilerini de yanlarında getirerek, koşuşup gelen müritler, mezarın etrafında toplanır ve o gün tecelli edecek mucizeyi beklemeye başlarlardı. Öğleye doğru şeyh efendi de gelir, yarım saat süren bir duadan sonra türbenin kapısını açar, fakat girmeyerek, elleri göğsünde bir duruşla beklerdi.

      İşte bu esnada, şeyhin evi tarafından başıboş bir eşek peyda olurdu. Bu eşek, oradaki kalabalığı mühimsemeyerek, toprağı koklaya koklaya, bazen durarak burnunu havaya kaldıra kaldıra doğruca türbeye gelir ve kuyruğuyla şeyh efendiyi selamladıktan sonra hemen içeriye dalar, oradaki mezarın etrafını üç kere tavaf ederdi. Bir hayvan yavrusunun gösterdiği bu iman eseri, orada toplanan müritleri coşturup taşırırdı. Herkes türbeden evvel eşekle temas etmek için can atar ve ona yaklaşabilenler, muska yapmak emeliyle birkaç kıl koparırdı. Bunun neticesinde zavallı hayvan, cascavlak ve dımdızlak bir hâle gelirdi.32

      Gerçi o devirlerde diğer bazı tekkelerde de hünerler gösterilirdi. Özellikle Rufailerin kızgın şişle dağlamak, hançerlenip de yaralanmamak gibi hareketleri meşhurdu. Hele bir şeyhin, katran ve zeytinyağı dolu bir çömleği koltuğunun altına alarak, göğsü, sırtı, başı alevler içinde, zikir ve tehlile33 devam ettiği hayretle görülüyor ve işitiliyordu. Fakat Rumiye Şeyhi’nin kıymeti başka idi.

      Bu adamın babası, vaktiyle başında kirli bir derviş tacı, arkasında lime lime bir aba, boynunda binbir taneli bir tespih, elinde bir keşkül,34 belinde bir çıngıraklı topuz Diyarbakır’a çıkagelmişti. Yanında Şafii köpeğini andıran minimini bir mahluk vardı: Yüzü gözü kir içinde, saçları bitle dolu bir mahluk!..

      Bu kirli baba ve oğul, kapısı ve sofrası gariplere daima açık bulunan zengin bir adamın evine postu sermişlerdi. Ahır müştemilatında bir köşede akşam ve sabah verilen bir çorbaya kanaatle yaşayıp gidiyorlardı. Dervişin geceleri ah vah ve zikrullah ile iştigali uşaklarca, gerçekten bakışlarını çekiyordu. Fakat o tehliller, o dokunaklı ibadat, belirlenmiş gıdayı bile artıracak bir tesir yapmıyordu. Her koyun kendi bacağından asılacağına göre dervişin takvadaki aşırılığı, oradaki uşakları elbette alakadar edemezdi.

      Baba ve oğul, aylarca bir sığıntı vaziyetinde bir evde yaşamışlardı. Bu uzun müddet zarfında ne kimse bu meçhul dervişe nereden gelip nereye gittiğini sormuş ne kendisi bir kimseyle tanışıklık kurmuştu. Yanındaki kirli mahlukun oğlu mu, oğulluğu mu olduğunu bile bir ferdin merak edip sorduğu vaki değildi. Daha garibi, ev sahibi kendi hanesinde böyle bir Tanrı misafiri olduğundan da haberdar olmamıştı. Yalnız uşaklardır ki misafir dervişin çorbasını ve ekmeğini verip duruyorlardı.

      Gülünç bir tesadüf, bu kim olduğu meçhul dervişi birdenbire Diyarbakır’ın en tanınır bir şahsiyeti hâline getirdi. Bir gece yarısı onun misafir kaldığı hanede büyük bir telaş başlamıştı. Uşaklar koşuşuyor, haremden selamlığa ve selamlıktan hareme durmadan haberler gidip geliyordu. Bu telaş ve heyecan, dervişin nazarından kaçamazdı. Nispeten nazik ve yardımsever görünen bir uşaktan bu didişmenin sebebini sordu. Uşak, ilk önce “Senin ne vazifen be herif!” der gibi oldu, sonra gönül kırmaktan kaçınarak hanımefendinin yüzünde müthiş bir çıban çıktığını, çok ızdırap çektiğini, Diyarbakır’daki cerrahların ilacından, hocaların okumasından bir fayda hasıl olmadığını söyledi. O vakit derviş, zeki gözlerini uşağa dikerek inandıran bir sesle “Allah’ın izniyle…” demişti. “Biz bu derde derman oluruz. Var haber götür.”

      Yerden ve gökten medet bekleyen hasta ile eşi, dervişin arz ettiği hizmeti büyük bir istekle kabul etmişlerdi. Dervişin tatbik ettiği tedavi tarzı çok basitti, fakat hastayı derhâl sancıdan ve elemden kurtarmıştı.

      Hane sahibini, yarı tiksinme ve yarı gücenme ile gözlerini kapamaya mecbur eden tedavi şekli, hanımın rengin bir külü andıran ter-ü taze yüzündeki çıbanı, dervişin pis ve kalın dudaklarıyla emmesinden ibaretti.

      Hanım, bu sakallı ve murdar sülüğün gördüğü işi minnettarane karşılamıştı. Bey de bu minnettarlığa katıldığından derviş efendiye bol bol ikramlar başlamıştı. Kendisine derhâl selamlıkta güzel bir oda tahsis edildi. Evin hamamında oğluyla beraber yıkattırılarak üstleri başları değiştirildi. Hanımından, kocasından, kaynanasından, başkalfadan, başağadan ve hülasa bütün hane halkından kese kese sarılar geldi.

      İşin en tatlı tarafı, dertli derviş birdenbire şeyhlik payesine erişmişti: Artık şeyh efendi aşağı, şeyh efendi yukarı!..

      Nezleden zatülcenbe, beyin zarı iltihabına kadar her hastalık için şeyh efendinin nefesi birebirdi. Hele çıbanları ifşada, kimse bu serserinin kudretinden şüpheye düşemezdi, hane sahibinin şurada burada “Nefes değil, bıçak efendim…” girişiyle başlayan tecrübeyi anlatmada gösterdiği ciddiyet, dervişin şöhretini büsbütün Diyarbakır’a yaymıştı. Güya hanımın yüzündeki şirpençe imiş! Bu çıbanın yüzde çıkması vaki değilse de istisna olarak hanımda yüz göstermiş! Şeyh efendi eliyle temas eder etmez o koca şirpençe, Allah’ın izin ve keremiyle, iz bile bırakmadan ortadan kalkmış.

      Hane sahibi, çıbanın emildiğini nedense gizlemeye ve saklamaya lüzum görüyordu. Gelgelelim şeyh efendi bir iki ay içinde elde, ayakta peyda olmuş nice çıbanları emerek iyileştirmişti. Ancak şöhreti kemale yettikten ve hayli dünyalık tedarik ettikten sonra, eşraftan birinin söylenmez bir yerinde çıkan çıbanı da emmek teklifine karşı “Mana âleminde bu işten artık men olunduk!” cevabıyla sülük rolü oynamaktan feragat etmişti.

      Şeyhten lütuf görenler bu hastalıklar şifacısı namına bir zaviye yapmakta gecikmediler. Devamlı propagandalar şeyhin şöhret dairesini gittikçe genişletiyordu. Bu şöhrete kapılıp dört taraftan gelen müritlerin adedi de anbean artıyordu. Müritlerin çoğalması servetin tezayüdü demekti. Para çoğaldıkça zaviye genişliyordu. İşte bu gidişle bir gün Diyarbakır’ın en seçkin yerinde, haremli, selamlıklı, mutfaklı, ahırlı, müritlere ve misafirlere mahsus çok daireli koca bir tekke meydana gelmiş ve çıplak ayak Koç Baba’nın, -bu türedi şeyhin ismidir- Kuş Bahçeleri, Bağ-ı İrem kadar şöhretli olmuştu. Koç Baba, ilk şöhret günlerinde koynundan uzun bir şecere çıkararak, soyunun büyük sahabilerden bir yüce zata dayandığını ispat etmeyi unutmamıştı. Bu kutsi asalet olmadıkça nefsindeki şifa verme kudreti ne olursa olsun, kendisine tam bir muhteremlik temin edemezdi.

      Diyarbakır’a,