M. Turhan Tan

Cehennemden Selam


Скачать книгу

“Bu işe yeterse yine sen devletlinin gücü yeter, ben elimden gelen kulluğu gösterdim. Kuşça canıma acıyıp beni artık mazur görün.” deyip yan çizmeye çalıştıkça Nasuh Paşa “Anca beraber, kanca beraber. İyilik edip beni işten haberdar kıldın. Sonunu da getir.” tarzında ısrara başlamıştı.

      Eğer, iyi fena bir tedbir gösterip de Nasuh Paşa’yı ikna edemezse yazdığı kâğıdın Kuyucu’ya gösterilmesi imkânı, apaşikâr ortada duruyordu. Bu sebeple çarnaçar, Nasuh Paşa’ya karşı itaatkâr bir duruş alıyordu. Gelgelelim son sözü, yine Diyarbakır valisi söyledi:

      “Bu işi paklasa paklasa bir yudum zehir paklar, ‘Nuhi Koca’nın yatarken aldığı bala bir parmak da biz karıştırsak, olur biter. Ne dersin Çeşmi Efendi?”

      Kör Mahmut’un babalığı, muhatabının gözlerindeki kanlı parıltıyı artık hayra alamet sanamazdı. Zaten bu çıkmaza kendi ayağıyla düşmüştü. Şimdi oluruna gitmekten başka çare kalmamıştı. Aynı zamanda istediği şey de meydana gelmiş olacaktı. Binaenaleyh fazla tereddüt etmedi, boynunu bükerek “Efendim bilir.” dedi.

***

      Ertesi gün Nasuh Paşa, serdarı ikametgâhında ziyarete gidiyordu. Gömleğinin altına iki kat zerre giymişti. En güvenilir adamlarından yüz elli kişiyi refakatine almıştı. Baştan başa demire gömülmüş bu silahşorların, serdara yâr olan bütün cellatlar ile boğuşabileceğine kani idi.

      Kuyucu Paşa, Diyarbakır valisini fevkalade bir nezaketle karşılamış, “Gel oğul!..” hitabıyla yüzünü gözünü tekrar tekrar öpmüş ve ta yanına oturtmuştu.

      Fakat kahveler içilir içilmez de çehreyi asmıştı. Nasuh Paşa, bu ani sayıklamanın neticesini metanetle beklerken Kuyucu koynundan mahut jurnali çıkarmıştı.

      “Paşa oğlum! Maşallah okuryazarlığın var. Şu rika kimindir, söyler misin?”

      Nasuh Paşa, kendisinin hünkâra gönderdiği arizayı28 eline almaya lüzum görmemişti ve hiçbir renk değişimi göstermeyerek “Benimdir!..” demişti.

      Aslan yürekli bir erkek metanetiyle verilen bu kısa cevap, Kuyucu’yu galiba memnun etmişti!

      “Tamam.” diyordu. “Saadetlû hünkâra taahhüt ettiğin kırk bin altını şimdi bize göndermen gerek. Er olan sözünde durur!”

      Nasuh Paşa sükûnetle, “Sahib-i devlet babamız ne emrediyorsa yapmak borcumuzdur. Yarın para hazinenize girer.” deyip ayağa kalkmıştı.

      Kuyucu şimdi Nasuh Paşa’yı iki adım bile uğurlamaya lüzum görmemişti, herifi mahcup ve mağlup ettiğini zannederek için için gülüyordu. Paşa ise badireyi bugünlük kolayca atlatmaktan memnun bulunuyordu.

      Nasuh Paşa’yı, binek taşına kadar uğurlamaya gelen kethüda beyler ve diğer ağalar arasında Çeşmi de vardı.

      Paşa, huzuruna yığılan adamlara hafif bir selam verip atını sürerken gözüyle Çeşmi’ye seri ve sert bir işarette bulunmuştu.

***

      Kuyucu Paşa’nın vefatı, bütün orduyu ayaklandırmıştı. Her kafadan bir ses çıkıyor, serdarın ölüvermesine türlü mana veriliyordu.

      Paşa, öldüğü gece her zamanki gibi gece yarısından sonraya kadar oturmuş, musahipleriyle satranç oynamıştı, neşesi yerinde idi. Hatta bir aralık tezkirecisini çağırarak iç muharebelerde katlettirdiği “Etrakü bi-idrakin”29 toplamını sormuş ve yüz yirmi beş bin kişiye eriştiği söylenilmesi üzerine tuhaf bir neşeyle “İşte, bir yığın karaçalı! Bıraksaydık vilayetlerde geçilecek yol kalmazdı!” demişti.

      O sırada yakınındakilerden biri de yüz bulup, Nasuh Paşa’yı niçin sağ bıraktığını sormuştu ve “Maslahat budur ki, bu münafık nabekârı ölüm kuyusuna atasınız!” demek istemişti.

      Kuyucu bu sitemli suale filozofça cevap vermişti:

      “Yok, bu herif bir yiğit, namlı, bahadır ve becerikli, devlete gerekli adamdır. Bunu idama ve ortadan kaldırmaya elim varmaz. Belki bu gibileri yerinde bırakmada ve terbiyede nice fayda düşünülür. Ayrıca sadrazamlık makamı vezirlerin kıskandığı bir makam olup o makama istidadı olan taleplileri mahvetmek uygun değildir!”

      Bilahare yatmak için yatak odasına çekilmişti. Kâtip Çeşmi, bir müddet yanında bulunarak Vassaf Tarihi’ni okumuş, iç oğlanlarından biri uyuyuncaya kadar dizlerini ovuşturmuştu.

      Sabah ezanı okunurken, paşanın alışkanlığının tersine olarak kalkmadığını gören hademe güruhu, odasına gitmişler ve kuru bir cesetle karşılaşmışlardı.

      Serdarın yaşı doksanı geçmiş olmasına rağmen bu ölüm, asker arasında hiç de tabii sayılmıyordu.

      Nasuh Paşa dairesinden ordugâha doğru, kese kese sarılar akın etmeyip de iş hâle bırakılsaydı, hayli rahatsızlık verici bir vaziyet meydana gelecekti. Yeniçeri ağasının, ordu erkânını toplayarak Nasuh Paşa’yı alelacele serdar seçtirmesi, ortadaki dedikoduları söndürmüştü.

      Müteveffanın cesedi tahnit olunup İstanbul’a sevk olunduktan bir gün sonra, Çeşmi Efendi, Nasuh Paşa’nın yanına gitmiş ve elini öperek serdarlığını arkadaşça tebrik etmek istemişti. Fakat paşa, üç beş gün evvelki adam değildi, tamamen değişmişti. Çeşmi’ye teşekkür etmek, iltifatta bulunmak, samimiyet göstermek şöyle dursun, “Otur!” demeye bile tenezzül etmemişti ve sadece “Yarın kethüdayı gör!” demişti.

      Çeşmi, işlediği cinayetin vicdanına çöken azabından ziyade suç ortağının vaziyetinden yaralanmış olduğunu gerçi biliyordu. Fakat bu derece adiliği tasavvur etmezdi.

      Şimdi kendi kendini kınayıp duruyordu. Manasız bir intikam peşinde aylarca sürüklendikten sonra “efendisini zehirleyen” bir adam mevkisine düşmüştü. Büyük dedesinin hararetli bir üslup ile tasvir ettiği “kibar eşekler” içinde böyle bir kafasızlık gösteren belki yoktu. Kuyucu’ya yutturduğu zehri eliyle hazırlayıp herifin kendisine veren Nasuh Paşa bile cinayetten sonra başkalaşmıştı.

      Herifin, kendisini “kana kan, cana can” deyip de kısas yoluna göndermediği kalmıştı. Belliydi ki paşa, yüzünü görmekten memnun değildi. Belki yarın, zehirleme bedeli olarak eline birkaç kuruş verecek “Yürü, artık gözüm görmesin!” diyecekti.

      Kuyucu’yu mademki bizzat katledecekti, Arnavutluk’tan çıplak baldırla İstanbul’a gelip de paşalığa yükselen bu sütü bozuk herife açılmanın, onu serdarlığa kadar yükseltmenin ne lüzumu vardı? Oh, şu kuru kafa parçalanmaya layıktı, ne çare ki onu parçalamakla ortadaki kanlı ve katmerli hata düzelemeyecekti.

      Katil Çeşmi, bu düşünceler içinde Diyarbakır’ın eğri büğrü, dar ve karanlık sokaklarını irade dışı adımlarla dolaşıyordu. Birdenbire gözlerinin önünde bir manzara canlandı:

      Kuyucu Paşa uzanmış yatıyor, gözleri yarı açıktır. Sanki yarım bakış ile bir asırlık ömrünün muhasebe defterini inceliyor. Saçtan tamamıyla temizlenmiş başında beyaz bir takke var. Çehresi ölüyü andırıyor, o kadar renksiz ve zayıf. Beyaz ve seyrek tellerle örtülü çenesinin altında bir çocuk yumruğu kadar sivri bir kemik, gırtlak kemiği görünüyordu. Boynunun koyu esmer derisi pörsümüş, sükûnet hâlindeki bir hindi ibiği gibi katmer katmer sarkmıştı. Ara sıra hareket etmese diriliğine inanılamayacak şu zayıf, şu bir çürük tahtaya benzeyen vücudun, elli milyonluk bir kitleyi yalnız ismiyle ürkütmüş bir şahsiyet olduğuna zerre kadar ihtimal verilemezdi. Yetmiş iki buçuk milletin teşkil ettiği muazzam bir yekûn, elli milyon gibi müthiş bir rakam, bu zayıf adamın nazarında alelade bir