M. Turhan Tan

Cehennemden Selam


Скачать книгу

bu adamların isimlerini ve kısmen hayat hikâyelerini anlamak mümkün idi.

      Aşiret meclisini idare eder gibi görünen Tanrıbilmez, meşhur bir sipahi idi. Sadrazam İbrahim Paşa’yı hicvettiğinden dolayı bir eşek üstüne ters bindirilerek, mahalle çocuklarının hayhayası arasında sokak sokak teşhir edildikten ve eziyet gördükten sonra idam olunan meşhur Şair Figani’nin torunu idi. Figani oğluna ve o da Tanrıbilmez’e, bu zulmün er veya geç intikamının alınmasını vasiyet etmişlerdi. Zalimler, dünyadan gitmişlerse de halefleri duruyordu. Tanrıbilmez, işte bu intikam peşinde gezer ve herhangi bir isyanın içinde mutlaka bulunurdu.

      Şu genç adamın ismi, Dağlar Delisi idi. Memleketindeki yavuklusuna o tarafın beylerbeyi göz koymuş ve kızcağızı sekbanları vasıtasıyla saçlarından sürükleterek konağına getirtmişti.

      Dağlar Delisi o günden beri her beylerbeyinin af bilmez düşmanıdır.

      Şu ince -fakat köküne kuvvetli bir kavak ağacı gibi- dipdiri vücut, Köse Ahmet’tir. Onun tımarını garez sebebiyle septe düşürmüşlerdi.5 Ne kazaskerlere ne de kubbealtına davasını dinletememiş, ecdadından miras kalan tımarını bir türlü septeden çıkartamamıştı. Şimdi vezirler ve beylerbeyleri haslarını6 fırsat buldukça yağma etmeyi nefsi için “meşru bir hak” biliyordu.

      Sipahi Çeşmi’ye kapıyı açan iri vücutlu adam, “Ağaçtan Piri”dir. O sadece bir tokat yüzünden derbeder olmuştur: Sinanzade Mehmet Paşa’nın bir muharebe günü cesaretli olabilmek için fazla şarap içerek düşman karşısında ve at sırtında kusmaya başladığını görünce dayanamamış, ordu içinde sarhoş sillelemişti. Ele geçince izalesi musammem olduğundan diyar diyar macera peşinde geziyordu.

      Baldırıkısa diye çağrılan şu kalın yapılı sipahi, Tanrıbilmez’in çocukluk arkadaşı; Genç Mehmet de Ağaçtan Piri’nin amca uşağı idi. Bu münasebetle onların davalarına ve maceralarına iştirak ediyorlardı.

      Çeşmi Efendi, daha Birinci Murat zamanında sarayın kokuşma kabiliyetini hissederek meşhur “Harname”yi yazan Şeyhi’nin torunlarından idi. Bu kitap, küskünler içinde âdeta bir “Mezamir” idi ve Çeşmi, “Harname” sahibinin torunu olmak itibarıyla bu gibi kişiler tarafından daima hürmet görürdü.

      Kendine evlat edindiği Mahmut’u, Kuyucu Paşa’nın boğarak kuyuya atması ve çocuğun mucize nevinden kurtulması üzerine intikam için nefsine karşı söz vermişti. Göksün Yaylası’ndan ayrıldıktan sonra çocuğu bir Türkmen obasında tedavi ettirmişti. Kuyucu’nun sinirli parmakları, boğamamışsa da bir gözünü körletmişti. Çeşmi Efendi minimini Mahmut’u bu hâlde İstanbul’a getirmiş ve Tanrıbilmez’le arkadaşlarına katılmayı, fikrini tutmak için uygun bulmuştu.

      Her biri başka bir sebeple intikam arkasında gezen bu yedi kişi, bu gece bir sohbet yapmak için toplanmış bulunuyorlardı. Şu yıkık sarayın gizli bir odasını da toplanma yeri tayin etmişlerdi.

      İçmek için şarap ve oynamak için “civelek7” vardı. Gelmesi beklenen “civelek”, Kuyucu’nun iç oğlanlarındandı. Onu, Baldırıkısa ayarlamıştı. Paşa uyuduktan sonra buraya gelmesi kararlaştırılmıştı.

      Yedi arkadaş, civeleğin gelmesini bekleyerek bol bol şarap içiyorlardı. Küçük Kör Mahmut, artık uyuklamaya başlamıştı. Bir parça ekmekle pekmez vererek onu odanın bir köşesine yatırmışlardı.

      Tanrıbilmez, biraz sabırsızlanıyordu. Vakit de bir türlü geçmiyordu. Civeleksiz şarap ise hemen hemen acı bir şurup hâlini alıyordu. Genç Mehmet, Tanrıbilmez’i oyalamak için konuşma zeminini değiştirmişti.

      “Aman ammi…” diyordu. “Babanın Lütfi Paşa’ya dediğini anlatsa ki, vakit geçer.”

      Yediler meclisinin bütün fertleri, Genç Mehmet’e uyarak hep birlikte ısrar ediyorlardı. O, biraz nazlandıktan sonra, nihayet hikâyeye başladı:

      “Lütfi Paşa, çok okumuş bir adammış. Hatta bir de tarih yazmış, eşi benzeri yokmuş, sizin anlayacağınız, tam bir Abdurrahman Çelebi imiş. Herifin rızası var mı, yok mu, ister mi, istemez mi sorup dinlemeden günün birinde zavallı adama ‘Seni damat yapıyoruz!’ demişler. Lütfi Paşa biçaresi başından mı korkmuş, tuz ekmek hakkı mı gözetmiş, yoksa bitli Rüstem8 gibi demirbaş sadrazam olmak hülyasına mı düşmüş, ne olmuşsa olmuş, damatlığı kabul etmiş, bir de gerdeğe girince ne görsün! Kayınbiraderi olacak Kambur Cihangir9 gibi arkası çekmeceli bir sultan! İlim ve irfanı şaha kalkmış amma çare yok! Gel zaman, git zaman Lütfi Paşa’da müthiş bir kadın düşmanlığı baş göstermiş. Elinden gelse Kur’an’dan Nisa Suresi’ni çıkaracak! O sırada bir yeniçeri ile bir kadın basılmasın mı! Yeniçeri palayı çekmiş, bir sağa, bir sola sallayıp baskıncıların elinden kurtulmuş. Kadını, güya koca İstanbul’da yalnız o zina ediyormuş gibi, yakalayarak Lütfi Paşa’nın huzuruna çıkarmışlar, kadın evli olsa recmolunacak, fakat kocası yok. Şeriatın koyduğu ölçü üç beş sopa! Lütfi Paşa Hazretleri bu kadarcık bir cezaya razı olamıyor. Kadıncağızın en lüzumlu yerini şıppadak kestiriyor! Lakin akşam olup da sarayına dönünce kambur sultan karşısına dikiliyor, gözünü yumup ağzını açıyor, sanki bu ceza kendisine yapılmış gibi, paşaya söylemediğini bırakmıyor! En nihayet, ‘Bari kestirdin, kızartıp yiyeydin!’ deyince paşanın da hiddeti kabarıyor. Hançeri çekip kambur sultanın üzerine hücum ediyor. Cariyeler imdada yetişmese sultanın arkasındaki çekmecenin delik deşik olması muhakkak imiş. Kambur kız bir ah çekip bayıladursun, halayıklar sadrazamın üzerine çullanıyorlar; süpürgelerle, terlikle, yumrukla bir güzel ıslatıyorlar, elinden hançeri alıp dışarı atıyorlar.

      Babam, Lütfi Paşa mahremi idi. Paşanın öyle kavuksuz, terliksiz, gözü yüzü tırmık, tükürük içinde selamlığa çıktığını görünce hemen yanına koşarak ‘geçmiş olsun’u bastırmış. Lütfi Paşa zavallısı da başından geçeni tamamıyla anlatmış, Figani’nin oğlu değil mi, mazmun10 sırası gelince babam durur mu?

      ‘Aman, paşam…’ demiş. ‘dayak yemektense sultanın dediğini yapmak tatlı olmaz mıydı?’

      Bu sözü söylemiş amma soluğu da sokakta almış. Yarım saat sonra, Lütfi Paşa Dimetoka’ya sürülmeseydi babam da ahirete, dedemin gittiği yoldan gidecekti.”

      Tanrıbilmez hikâyesini henüz bitirmemişti ki, oda kapısı tıkırdadı. Baldırıkısa hemen yerinden fırlayarak kapıya koştu ve biraz sonra yüzü yarım peçeli bir genç odaya girdi.

      Genç misafir, üst dudağına kadar çehresini örten peçeyi kaldırmadan odada oturanların birer birer elini öpmüştü. Sıra Baldırıkısa’ya gelince peçesini açmış ve ona önce sağ ve sonra sol yanağını uzatmıştı. Müteakiben yerdeki şarap testilerinden birini alarak sakiliğe başlamıştı.

      Civelek softan kısa bir kerrake11 ve altına mavi atlastan bir don giymişti. Bu donun paçaları diz kapaklarından biraz yukarıya kadar yırtmaçlı olup minimini kopçalarla yırtmaçların açıkta durmasına bir dereceye kadar karşı durulmuştu! Kerrakenin üstünde bir sıkma vardı, bunun omuzlara doğru kayan yakaları, yine yırtmaçlı olan belinin önünü kısmen açık bulunduruyor ve bu açıklıktan çocuğun beyaz teni seziliyordu. Başında kırmızı şeritli şekerci külahlarına benzeyen yaldızlı bir serpuş vardı ve külahın sağ tarafından siyah ve uzun, güzel kokan bir zülfü sallanıyordu.

      Çocuk