olduğu hâlde onun değildim. Aramızda anlaşılmayan bir geçit gün geçtikçe sarplaşıyordu. Gözlerimin içine bakıyordu. Elleri yavaşça titriyor, bakışları bulanmaya başlıyordu. Şimdiye kadar kendisine yaptığım haksızlıkları o anda anladım. Münasebetsizliklerimden utandım. Bundan sonra daha makul bir insan olmaya çalışacak, hiç olmazsa onun maddi haklarına hürmet edecektim.
Kristal kadehi dudaklarıma yaklaştırdı. Garip bir sesle “Bunu içersen açılırsın yavrum.” dedi. “Karışık içki seni sarstı herhâlde! Alışık değilsin ki…”
Bu minimini kadehin, kurulmuş bir tuzağa düşürülmem için dudaklarıma uzatıldığını nereden bilecektim. Hem içimde ona karşı öyle temiz hisler kıpırdamaya başlamıştı ki, ne olursa olsun evimize döndükten sonra gayet uysal, iyi kalpli, vazifesini müdrik bir eş olacaktım.
“Ne iyisiniz.” diye kadehi aldım. “Beni ne kadar çok düşünüyorsunuz. Tıpkı, tıpkı şey…” Cümlenin sonunu getiremedim. O manalı bir şekilde gülümsüyordu. İçkiyi bir yudumda içtim. Boğazım ve göğsümün içi sanki bir avuç eritilmiş maden dökülmüş gibi yandı. Bir an, kadehin içinde zehir bulunması ihtimali kafamda çaktı. Yoksa beni öldürmek, çılgınlıklarımın öcünü mü almak istiyordu?
Konuşmak, daha bir şeyler söylemek istedim. Fakat dilim ağzımın içinde dönmedi. Boğazım kurudu. Gözlerimin önünde yıldızlar, ateş böcekleri uçuşmaya başladı. Başımın arkaya doğru düştüğünü fark ediyor, fakat kıpırdayamıyordum.
Ertesi gün öğleye doğru uyandığım zaman farkında olmadan onun karısı olduğumu anladım. Meşru bir şekilde bana bağlı olan, hayatım üzerinde her türlü haklara sahip bulunan bir adamın bu tarzda hareketi asabımı şiddetle sarstı. Hele sabaha karşı onun için duyduğum şeyler, içime çöken pişmanlık, verdiğim temiz karar aklıma geldikçe büsbütün çileden çıkıyordum. Sesimi çıkarmadan eve döndüm. Akşama doğru kocaman, kıpkızıl bir karanfil buketi geldi. Bu renk bana, onun cinayet diye isimlendirdiğim müthiş hareketini tekrar hatırlattı. Demek arzum hilafına bana malik olmuştu. Bana meydan okumuş; kuvvetini, üzerimdeki hakkını bu suretle ispat etmek istemişti. Belki üç ay ona çok haksızlık etmiş, sabrını tüketmiştim. Ama seviyorsa, beni gerçekten yüksek ve temiz duygularla hayatına karıştırmışsa bir müddet daha bekleyemez miydi? Asi bir başın, hırçın bir yüreğin, nihayet lüzumundan fazla hisli ve hayalperver bir kızın manasız da olsa buhranlarının bir gün geçeceğini ümit edemez miydi?
Telefonu açtım. Aramızda her şeyin sona erdiğini, kendisiyle katiyen alakam kalmadığını söyledim. Mevki-i içtimaisi yüksek olan, birçokları tarafından beğenilen bir adamın üç ay içinde böyle bir skandalla karşılaşması çirkindi. Daha bir gece evvel baloda sabahlara kadar gülen, içen, fevkalade mesut görünen bir karı kocanın bir gün sonra ayrılık haberi muhiti hayretlere düşürdü. Fakat kimse işin içyüzünü bilmiyordu. Ben başkasına kalben bağlı olduğum hâlde onunla evlenmekle şüphesiz alçaklık etmiştim. O, resmen karısı olduğum hâlde gayrimeşru bir maceraya atılır gibi bana sahip olmakla alçaklığa mukabele etmiş oluyordu. Artık ödeşmiştik. Ömrümün bu feci safhası bu şekilde kapandı. Herkes ağzını açtı. İleri geri çok şey söylendi. Bir gün babamın çok sevdiği Balıkesir’e giderek orada yerleştik. Dertlerimi, ızdıraplarımı dindirmek için memleketin tabii güzelliklerine kendimi verdim. Afet, mazbut düşünceleri, muvazeneli duygularıyla hayatıma karıştı. Beni çekti, çevirdi. Anasına inanan bir çocuk, doktoruna umut bağlayan bir hasta gibi ona sarılmıştım. Ona bütün ruhumla inanıyor, günden güne tesiri altında iyileşir gibi oluyordum.
Lakin dünyada tam huzuru bulmanın imkânı var mı? O zamanlar Balıkesir şimdiki gibi inkılap mefhumunu tam manasıyla kavramış değildi. Gezmem kabahat oldu, gülmem ve giyinmem fazla görüldü. Yıllarca muhitin dedikodu mevzusu ben oldum. Muhayyel âşıklarım, muhayyel maceralarım ağızdan ağıza değişerek, genişleyerek koca memleketi alakalandırdı. Haberim olmadan evlendirildim, haberim olmadan sevildim, sevdim. Reddettim veya müsamaha gösterdim. Bu arada yalnız Afet’in kuvvetli dostluğu, babamın bitip tükenmeyen sevgisi dayanağım oldu. Beni seven, beni bütün eksikliklerim ve hırçınlıklarımla kabul eden bu iki kalp ömrümün yaşama zembereği idi.
Afet bir gün geldi ki, sakat bir hissin tesiriyle boş yere gençliğime kıydığıma beni inandırdı, tekrar büyük bir istekle hayata başlamaya, ne olursa olsun mesut olmaya karar verdiğim sıralarda size rastladım. Önce sevginize inanmadım. Fakat sonra beni kendinize alıştırdınız. Öyle ki, babamı kaybettiğim o müthiş günde Afet’in yanında sizi de görmek istedim. O zaman anladım ki, size inanıyorum. Leke düşmemiş kalbinize güvenim var. Sizde gençliğinize, tecrübesizliğinize rağmen bir şey vardı ki, beni çekiyor, size bağlıyordu. Sizden dünyada hiç kimseye kötülük gelmeyeceğini anlamıştım ve belki sizi seviyordum. Fakat kendime güvenemiyordum. Bir ikinci defa daha yanılmaktan ürkmekte haklı idim. Bunun için kaçtım.
Bakınız size ne kadar uzun yazdım. Çocukluğumdaki huysuzluklarımı öğrendiğiniz zaman bana bir deli gözü ile baksanız bile gücenecek değilim. Gerçekten kendi kendimi tahlil etmeye kalktığım zamanlar ben de şuurumdan şüphe ederdim. Bu eski çılgınlıkların hiçbiri şimdi içimde olmamakla beraber yine tam manasıyla kendimi zapturapta aldım diyemem. Niçin açık konuşmamalı? Bende sizi mesut edecek ne var? Yahut ne kalmıştır?
Bir yıla yaklaşan zaman içinde hep hislerimi yokladım. Bana her gün yazdınız; bir gün sizi çağırmaklığım ümidine kapılarak yaşamakta olduğunuzu söylediniz. Çağırmaktansa hüviyetimi açıklamayı münasip buldum. İşte Sermet Bey, ben böyle bir kadınım.
Zaman zaman ruhunda ihtilaller kopan, ele geçirdiği şeylerden çabuk soğuyan, gayritabii heveslere, muhal arzulara hayatında çok yer veren bir kadına güvenebilirseniz bana geliniz…
Nahide gece yarısına doğru kalemi elinden bıraktı. Artık ne olursa olsun bu garip münasebete bir nihayet vermek lazımdı. Onu bekletmemek, daha fazla üzmemek icap ediyordu. Mademki seviliyordu ve çekinmeden sevdiğini de itiraf edebiliyordu; işi uzatmanın manası yoktu. O da hayatta kendisi gibi kimsesizdi. Belki anlaşacaklar, Afet’in tahmini hilafına pekâlâ mesut olacaklardı. Şekil itibarıyla ne kadar uygun görünen evlenmeler vardı ki, üstünden daha bir yıl geçmeden bozuluyor, kadın veya erkek yahut her ikisi birden yanıldıklarını anlayarak mahkemeye koşuyorlardı. Artık lüzumsuz isteklerin arkası kesilmeli, babasının, Afet’in ve bütün makul insanların söyledikleri, yazdıkları gibi hayattan yalnız verebileceği şeyi istemeliydi. Rahat etmek için biraz uysal olmak, uzun uzun hissî tahlillere girişmemek, marazi hayallere yer vermemek lazımdı. Evlenirlerse mutlak ki gürültülü hayattan alakalarını kesmiş olacaklardı. Çünkü genç adamın inzivadan hoşlandığını, işiyle evi arasında yaşamakla mesut olacağını biliyordu.
Büyük bir yükten kurtulmuş gibi yatak odasına çıktı. Babasıyla annesinin resimlerine candan gülümsedi. Sanki onlar da kızlarının büyük kararı karşısında sevinmiş görünüyorlardı. Artık bu evlenmenin muhit üzerinde yapacağı tesiri, yeniden açılacak ağızları, mütalaaları nazar-ı itibara almayacaktı. Kim ne derse desin o, yalnız saadetini düşünecekti. Yatağına girdiği zaman, mektubunu alınca genç adamın neler düşüneceğini tahlil etmek istedi. Vazgeçti. Komodinin üstünden Afet’in resmini aldı. Onun, dünyada bir eşine daha rastlamadığı harikulade güzel gözlerine uzun uzun baktı. Bir gün gözleri için ona söylediği sözleri hatırladı: “Senin gözlerinde yeryüzü rengi yok Afet.” demişti. “Ne göklerin ne yosunların ne de neftî ormanların renklerini birbirine karıştırmasıyla meydana gelen renk bu… Hayır, hayır Afet. Bu harikulade rengin eşini bulmak için denizlerin dibine inmeli…” Sonra gülerek, şakalaşarak