tahmin edemem. Fakat bir zamanlar benimdi, benim eşim, benim sevgilimdi demek az teselli mi sanıyorsun? Hem niçin ayrılıktan bahsediyoruz?”
Sonra acı acı omuzlarını silkti:
“Sanki evlenmişiz de ayrılığı düşünmek sırası gelmiş!..” diye söylendi. “O gitti. Ve artık arkasından gidecek, bir kere daha sevgi dilenecek kuvvetim de kalmadı.”
“Bu evlenmenin ikiniz için de hayırlı olmayacağına kuvvetle inandığım hâlde, ne yazık ki önüne geçemiyorum. Haydi yavrum, biraz da mütevekkil olmalı. Ne mukadderse olur, deyip geçmeli. İnsanlar için yaşama müddeti o kadar kısa ki, bu itibarla mümkün olduğu kadar hayattan faydalanmaya bakmalı. Git…
Bir kere daha talihini dene. Ama bu defa yaz. Karşısına çıkma. Hislerini samimi bir şekilde yaz. İsteğini bildir. Bekle ve ümidini kesme. İlk zamanlarda hırçınlık yapma, aksilik çıkarsa bile…”
Genç kadın, durgun yaz gökleri altında uzayıp giden kırlara, ince bir toz hâlinde sulara inen karanlığa baktı. Bahçesindeki çamların sesinde, yıldızları uyutmaya başlayan göklerde, dalgaların mırıltılarında sanki hep kendini teşvik eden manalar vardı.
Nefise, oturma odasının kalın perdelerini indirmiş, lambayı yakmıştı. Küçük masanın üstünde minimini gümüş semaver tatlı sesler çıkararak kaynıyordu. Genç kız yavaş yavaş dolaşarak onun, akşam yemeğinden önce içmeyi âdet edindiği çayını hazırlıyordu.
Radyoyu açtı. Uzak memleketlerden gelen sesleri yokladı. Odanın havasını içli bir kadın sesi dalgalandırdı. Piyanodan, yağmur yağar gibi dökülen tatlı sesler geliyordu. Kadın rüyalı ve manalı bir sesle söylüyordu. Dalmıştı. Kuvvetli alkış sesleri ile silkinerek düğmeyi çevirdi. Yazı masasının çekmecesinden bir küçük defter aldı. Uzun zamandan beri aldığı mektupların bazılarından çıkardığı satırları tekrar gözden geçirdi. Sonra bloktan uçuk saman renginde bir kâğıt çekerek yazmaya başladı:
Söylemek istediğiniz zaman kaçtım değil, sadece uzaklaşmak istedim. Çünkü ikimiz de çapraşık bir gönül işine karışacak, bile bile kendimizi tehlikeye atacaktık. Ne diyeceğimi sormadan daima yazacağınızı yazdınız. Bunlara da mâni olmak lazımdı. Fakat yapmadım. Aylarca yazdınız. Ve bir gün de size cevap vermeye mecbur olacağımı da mutlak düşündünüz. Hislerinizi en ince noktalarına kadar önüme serdiniz. Bir gün sizi çağırmaklığım ümidine bağlandığınızı ilave ettiniz. Sizi çağırmadan önce kendimi anlatmaklığım lazım. Siz hayatınızı, ta çocukluğunuzdan başlayarak, bana rastladığınız ana kadar hikâye ettiniz. Öyle ki, gözlerimi yumduğum zaman yaşadığınız yerleri, bağlı olduğunuz hatıraları bile parça parça tahayyül edebiliyorum. Daha çocukluk çağlarında başlayan ufak tefek hislerinizi, heveslerinizi, güzelliğe karşı mukavemetsiz kalan kalbinizi, hayallerinizi tahlil edebiliyorum. Biraz da siz beni tanıyınız. Anneler ateşe doğru giden çocuklarını ikaz ederler. Ben de bana derin ve samimi bir şekilde bağlanan, hislerine saygı duyduğum, karakterine itimat ettiğim bir arkadaşa, atılmakta olduğu tehlikeyi işaret etmeliyim. Mektubunuzun birinde “Bir değil de birçok kalbim olsaydı, emin olun onlar da yalnız sizi seveceklerdi!” diyorsunuz. İnsanların bir kalbi vardır. Fakat bu bir tek kalple birçok kimseyi sevebilirler. Hayatını bir tek emele bağlayan, derin bir aşkın içinde ölünceye kadar yürüyen insanlara artık asrımızda rastlamanın pek imkânı yok, değil mi?
“Gözlerinizin ışıklı karanlığı içinde hislerim kördüğüm olalı, benim için hayatın bütün manası siz oldunuz!” satırına gelince… İnsanlar için hayatın bir tek manası yoktur. Nasıl olabilir? Yaşamak ve muvaffak olmak isteyen her fert, hayatta daima yeni manalar bulmaya, mümkün olduğu kadar onlardan faydalanmaya bakar. Fakat şimdi bunların üstünde durmak caiz değil. Sadede gelelim:
Tehlikeye atıldığınızı işaret edecektim. Bana doğru koşan hislerinizin yanılmadıklarından emin misiniz? Sizi çağırdığım gün cidden mesut olacağınıza inanıyor musunuz? Buna ben katiyen ihtimal vermiyorum.
Ben hayata sizden önce başlamış, vaktinden önce yıpranmış, belki manasız, belki de kasten birçok hatıraya bağlanmış bir insanım. Zavallı babam beni çok iyi yetiştirmek istedi. Fakat ne çare ki, göğsümün altında hiçbir şeyden memnun olmayan, arzularının sonu alınamayan tehlikeli bir kalp çarpıyordu. Karakterimin teşekkülü hususunda kuvvetli tesiri olan bir çocukluk hatıramdan size de bahsedeyim:
Babam, İstanbul’a yaptığımız seyahatlerden birinde beni Gülhane Parkı’na götürmüştü. Ağaçlar arasından yavaş yavaş deniz kenarına indik. Orada bir müddet oyalandım. Rüzgâra kanat açan yelkenleriyle kürek çeken kayıkçılara, gelip geçen Ada ve Boğaziçi vapurlarına bakıyordum. Birdenbire sıkıldım. “Baba, gidelim!” diye bağırdım. Babam elimden tutarak beni banklardan birine oturttu. Sarayburnu’nun durmadan çırpınan dalgalarını göstererek “Şu sular gibisin.” dedi. “Tıpkı şu çırpınan sular gibi! Bir dalda karar kılamıyor, hiçbir şeyle avunamıyorsun. Bazen bebeklerinle oynarken, mektep vazifelerini yaparken sana dikkat ediyorum. Birini eline alıp birini bırakıyor, hiçbiriyle belki beş dakika meşgul olamıyorsun. Herhangi bir şeyi istiyorsun. Ve daima müşkül şeyleri! Bin zorlukla eline geçirdikten sonra aynı dakikada o kadar istediğin şeyden vazgeçiyor, belki de içinden ‘Çektiğim bütün emekler bunun için miydi?’ diye esef ediyorsun. Muhal şeylerin arkasından koşuyor, ele geçmesi mümkün olan şeyleri küçük görüyorsun. Sanki içinde daima didinen bir kuvvet var. Hayal insanı yorar, arkasından koşturur, kuvvetten düşürür kızım. Çünkü arkasını bırakmayan hakikat zalimdir.
Hayattan çok şey istemeye kalkmamalı yavrum. Bu tehlikelidir. Yalnız verdiğini, verebildiğini almalı. Mesut olmak için bu lazımdır. Şu dalgalara bak. En durgun havalarda bile Marmara’nın bu güzel parçası hareketlidir. Bu suları, çocukluğumda böyle çırpınırlarken gördüm. Çocuğum da onları bu ebedî didinmeleri içinde görüyor; herhâlde senin çocukların da aynı şekilde görecekler. Fakat insan gönülleri sular kadar dayanıklı değildir yavrum. Çırpınan gönüller daha çabuk yorulur, yıpranır ve çökerler…”
O günden sonra ne istesem, neyin arkasından koşsam hep babamın bu sözlerini hatırlarım. Vaktinden önce yorulmamak için sakin olmak lazımdı. Fakat kalbime hükmedemiyordum. Ne istediğini bilmeyen, muhal isteklerin arkasından koşan, hiçbir şeyle memnun olamayan gönlüme söz geçiremiyordum.
Bir zamanlar çiçek delisi oldum. Onları ne kırlarda toplamaya ne bahçede yetiştirmeye kanamıyordum. Taşrada oturuyorduk. Evimin kocaman bir bahçesi vardı. Belki bu merak babamdan sirayet etmişti. Saksılar, vazolar, hatta portakal, limon sandıkları, gaz tenekeleri de çeşitli çiçeklerle doluyor, benim gözüm doymuyordu. Her gece annemi bu çiçekler yüzünden ne kadar üzerdim. Yatak odamdaki vazoları onlar çıkarırlar; ben çiçekler gelmeden uyumamak için huysuzlanırdım. Gece yarıları yatağımdan fırlayarak çiçek arardım. Nihayet bir gün beni arzularımda tamamıyla serbest bıraktılar. Annem “İstediğin kadar çiçek yetiştir, topla, satın al. Hatta yatak odanı vazolarla doldur. Çünkü doktor, babana söylemiş. Bu, sıhhatin için çok iyi imiş!” dedi. Çiçeklerle uğraşmak için serbest kaldığımı öğrendiğim dakikada birdenbire onlardan soğudum. Arkasından fotoğraf çıkarmak, kart toplayıp koleksiyon yapmak merakı geldi. Sokak fotoğrafçıları zaafımı anladıktan sonra bizim kapıya öyle bir dadandılar ki… Sabahtan akşama kadar bahçede çeşitli resim çektiriyordum. İstanbul’da-ki amcam bana kart yollamaya yetişemiyordu. Bir gün babam beni çağırdı. Masasının üstünde kocaman bir buket vardı. Çabuk çabuk açtım. İçinden iki büyük albüm çıktı. Biri manzara kartları ile doluydu. Babam boş olanını işaret ederek “Bunu da şimdiden sonra kendi