Mükerrem Kâmil Su

Çırpınan Sular, Uyuyan Hatıralar


Скачать книгу

onu harap ediyordu. “Yemekte yalnızım, evde yalnızım, her yerde ve bütün hayat içinde yalnızım…” diyordu. “Ah, ne kadar bedbahtım.”

      Babasına ömrünün son yıllarında en tatlı bir meşgale olan bahçenin yeşili bir daha uyanmayacak, kümeslerinde tavuklar ses vermeyecekler, saksılarda çiçekler donacaklar sanıyordu.

      Afet muvazeneli sevgisi, mazbut düşünceleri ve yerinde tesellileriyle onu çekip çevirmeseydi belki de bu yas onu yere vurabilirdi. Önce âdeta zorla onu alıp kendi evine getirdi. Evi geniş ve çok iyi döşenmişti. Arkadaşını daima değişik odalarda, değişik divanlara yatırıyor, üstüne ince bir örtü çekerek hiç yalnız bırakmıyordu. Mevsimin en güzel romanları, seçkin mecmuaları, Avrupa’dan beraber getirttikleri modeller ortaya seriliyordu. Afet bazen okuyor, bazen anlatıyor, bazen konuşturmak için ona birçok şey soruyordu.

      Bir ay böyle geçti.

      Bahar gelmişti. Balıkesir gökleri sık sık gözyaşı dökmeye, sokaklarda yer yer su birikintileri görünmeye başladı. Birçoklarından olduğu gibi Sermet’ten de kendisine taziye mektubu gelmişti. Afet, arkadaşının hislerini yoklamak için sözlerini birkaç defa bu vadiye intikal ettirdiyse de onu pek söyletemedi. Yalnız sevinçle şunu anladı ki, bu büyük acı arkadaşını fena hâlde yaralamakla beraber kalbinde belirmek üzere olan sakat his de bu arada ezilmiş, körleşmişti. Afet buna esef etmiyor, bilakis çok, pek çok seviniyordu. Çünkü onun, bir gün Sermet’i sevmek felaketine düşmesi kendisini bir hayli endişeye düşürmüştü. Çünkü hiçbir suretle mesut olmalarına ihtimal veremiyordu. Fakat Nahide tarafından ümide düşürülüp de sonra yüzüstü bırakılan genç adam ne olacaktı? Ne düşünecek, neler yapacaktı? O, bunları düşünmek bile istemiyordu. Sermet’le alakadar değildi. Bu basit genci beğenmiyor, sevemiyor, hele arkadaşına hiç layık görmüyordu. Bir gün az veya çok ne kadar ızdırap çekerse çeksin onun da iyileşeceğini, bir başkası ile evlenip pekâlâ mesut olabileceğini kuvvetle umuyordu. Buna muvaffak olmak için gençlik denilen en kuvvetli, en bükülmez silah elinde değil miydi?

***

      Afet’in bütün ısrarlarına rağmen Nahide ona daha fazla yük olmak istemedi. Bir gün sessiz sedasız, hemen hiç kimseye haber vermeden İstanbul’a yerleşmek kararıyla yola çıktı.

      Kocası ve kızı ile beraber arkadaşını geçirmeye gelen Afet, ömrünün sayılı hüzünlerinden, sayılı acı günlerinden birini yaşıyordu. Hiçbir zaman lüzumsuz bir yere dökmediği gözyaşları, yeşil zümrüt ışıklardan süzüle süzüle pembe yüzünü ıslatıyor; kendini tutmak istedikçe daha çok hıçkırıyordu.

      Bahri Doğru pek metin ve her şeye mukavemetli görmeye alıştığı karısının gözyaşlarını, sararmış yüzünde donakalan bakışlarla takip ediyor; Nahide’nin pek çok sevdiği küçük Emel “Nahide abla, yine gel!” diye boynuna sarılıyordu. “Ben seni hiç unutmayacağım.”

      “Nahide, yavrum kendini üşütme. İner inmez bana telgraf ver. Akşam yemeğini yemezlik etme. Sana çantayı elimle hazırladım. Vapurda mutlak aç.”

      Ve sonra bir sürü küçük, fakat hep kalpten kopan, şefkat ve sevgi ile söylenen minimini öğütçükler!..

      Sanki bir solukta ayrıldılar. Nahidecik belki de bir daha hiç dönmemek üzere sevdiği şehri terk etmiş bulunuyordu. Afet, arabaya biner binmez hıçkırmaya başladı. Belki kardeşlerinden de çok sevdiği arkadaşını, mezara bırakmış da elleri ve hatta kalbi bomboş dönüyor gibi idi.

      Bahri Doğru, büyük acıları herhangi bir sözle teselli etmenin gayrimümkün olduğunu bildiği için sesini çıkarmadan karısına bakıyordu. Küçük Emel, annesinin ızdırabı karşısında donmuş kalmıştı. Millî Kuvvetler Caddesi’nin ıslak yüzünde dönen tekerlekler sanki durmadan “Gitti, gitti, bir daha gelmeyecek!” diyorlardı. Afet bu sesi dindirmek, ruhuna elem veren bu müthiş akisleri susturmak istiyordu. Fakat varlığını hükmü altına alan ayrılık acısını sindirmek elinden gelmiyordu. Onu bir gün yine görmek imkânı vardı. Şüphesiz yine buluşacaklar, mektuplaşacaklar, beraber gezecek, eğleneceklerdi. Fakat o, asıl arkadaşının yalnızlığına yanıyordu. Mesut olmasını bütün kalbiyle istediği, belki hayatında hiçbir gün tam manasıyla gülmemiş, oh dememiş arkadaşının huzurunu istiyordu. Onun, binbir tehlike ile dolu olan uzun hayat yolunda tek başına yaşaması, yüreğine bir dert olarak çöküyordu. Elinde olsaydı onu hiç bırakmayacak, en küçük bir elemle sarsılan mariz ruhunu tedavi etmeye çalışacaktı. Harice karşı gayet kuvvetli ve mağrur görünen arkadaşının bir küçük çocuk, bir hasta genç kız gibi temiz ve içli olduğunu biliyordu. Belki onu hayatta babası kadar anlamıştı. Bunun içindir ki hem seviyor hem ona acıyordu. Kalbinde dolmaz bir boşluk açılmıştı. Nereye baksa onun soluk yüzünü, yaşlarını bakışlarının aynasında donduran mahzun gözlerini görüyordu. Daima kendi tesirinde kaldığını bildiği hâlde Sermet için ona menfi telkinlerde bulunduğuna şimdi pişman oluyordu. Bunu düşündüğü dakikada kulaklarında içli bir ses ağlamaya başladı:

      “Biliyor musun, bir tek yıl istiyorum hayattan. Bir tek saadet yılı! Onu da elde edemeden ölürsem ruhum istirahatini bulmayacak. Gözlerim arkada kalarak dünyadan göçeceğim. Bütün günleri, uzun geceleri, mevsimleri ve rüyalar ile belki kocaman bir yıl istemek… Onu saadetle geçirmeyi istemek haksızlık. Fakat ne yapayım ki hayatımın sonuna kadar ızdırap çekmek istemiyorum. Bir ümide bağlanarak yaşamak, ne pahasına olursa olsun, mutlak, mutlak surette mesut olmak istiyorum Afet!” O, bir gün böyle konuşmuştu.

      Belki o zaman muhalif davranmasaydı Nahide, Sermet’le evlenmeyi kabul edecekti. Bu, bir rüya gibi sonsuz ve pek kısa ömürlü bir birleşme olsa bile… Hem ne belli, belki de bütün tahminler hilafına pekâlâ anlaşacaklar, mesut olacaklardı.

      İçinde çocukça istekler kıpırdıyordu. Sermet’i evine çağırtmak, onu da Nahide’nin arkasından yola çıkarmak istiyordu. Gidiniz arkasından, diyecekti. Ve düşünüyordu ki, genç adamı yepyeni kuvvetlerle tahrik etmek için bu işaret kâfi gelecekti. Onun Nahide’ye ne derin bir sevgi ile bağlı olduğuna tamamıyla inanıyordu. Bu evlenmeyi bu dakikaya kadar katiyen istemeyen kalbinde şimdi binbir nedamet uyanıyor; vakit geçirmeden, hatta hemen bu gece bir şeyler yapmak istiyordu.

      Fakat tekrar Nahide’yi düşünmek, onun son günlerde hayata kapalı kalan kalbini, hislerini tahlil etmek, yine her ümidini yere vurmaya yetti. Genç kadın, hayata karşı o kadar itimatsız ve küskün görünüyordu ki, bu kadar genç bir çocuğun onun derin fırtınalarla örselenmiş kalbini layıkıyla anlayacağından şüphe ediyordu.

      Bahri Doğru, karısını teselli etmek için tatlı bir vaatte bulundu:

      “İstediğin gün İstanbul’a bir kaçamak yapar, Nahide’yi görürüz.” dedi.

      Bu ümit, Afet’in ruhunda bir ılık rüzgâr gibi dalgalandı. Gözyaşlarıyla top top olan uzun kumral kirpikleri aralandı. Gözlerinde, içinde sabahın ilk ışıkları uyanmaya başlayan engin denizlerin rengi harelendi.

      Elini kocasına uzatarak “Onu yalnızlıktan kurtarmak için elimizden geleni yapalım Bahri.” diye yalvardı. “Hayatta o kadar yalnız, o kadar kimsesiz ki!..”

***

      Nahide’nin gidişi o gece kısmen, ertesi gün de bütün memleket tarafından duyuldu. Herkes ileri geri birçok şey söyledi. Fakat biri, hayatını yalnız onun başına bağlayan genç kimyager, yıldırımla vurulmuşa döndü. Mahir’i bulduğu zaman ayakta durmaya takati kalmayan bir hasta hâlindeydi. Sırtından doğru fena bir üşüme geliyor, dişleri birbirine çarpıyordu. Mahir, onu evine götürüp zorla yatağına yatırdı. Artık “Çocuksun, eski zaman âşıklarından betersin. Rüyada meçhul bir dervişin gösterdiği resme tutularak verem döşeğine düşen şehzadeler cinsindensin!” diye alay ediyordu. Arkadaşının, kaçan