Mükerrem Kâmil Su

Çırpınan Sular, Uyuyan Hatıralar


Скачать книгу

sesleri gürlüyordu. “Kime çıktı, kime çıktı?” diye soranlar vardı.

      Genç mühendis, Bahri Doğruların masasına yaklaştı. Kibar bir şekilde masadakileri selamladıktan sonra minimini yüreciği çırpınan kuşu genç kadına uzattı. Nahide’nin uzun parmaklı elleri içine gömülen küçük güvercin titriyor, büzülüyor, çırpınıyordu.

      “Bana bir memleket bağışlasalardı belki bu kadar heyecana kapılmazdım Afet.” dedi. “Bu geceyi ve ellerimde çırpınan bir küçük kuş kalbini daima hatırlayacağım. Sen ÇIRPINAN SULAR bilmezsin. İleride bir gün sana bu çocukluk hatıralarımdan bahsederim belki.”

      “Niçin bu gece değil?”

      “Ne bu gece ne yarın ne de belki hiçbir zaman!”

      Salon çok tenhalaşmıştı.

      Mahir yanlarına yalnız döndü. Çünkü arkadaşı hastalanmıştı. Balo komiseri olduğu için mütemadiyen dolaşan Bahri Doğru, genç adamın ayakta duramayacak kadar sarhoş olduğunu görmüştü. Meselenin üstünde durmadılar. Nahide hemen arkadaşından rica etti:

      “Afet, bekliyoruz.”

      Babası çoktan gitmişti. Geç vakitlere kadar uykusuz kalmaya dayanamıyordu. Böyle gecelerde Nahide ya Afetlerde kalıyor yahut arabaları ile önce onu evine bırakıyorlardı.

      Mahir de rica etti:

      “ ‘Şahane Gözler’i lütfetmez misiniz hanımefendi?”

      Şahane gözler…

      Ümitlerim hep kırıldı…

      Fariğ olmam…

      Ve daha Dede Efendi’nin en güzel, en ağır şarkılarından birkaçı…

      Bu ilahi ses karşısında beyaz güvercin bile titremesini kesmiş, nefis kokulu, taze bir genç kadının göğsüne sokulup sinmişti.

      Çağlar gibi, taştan taşa çarpa çarpa köpüren, kıyılarda parçalanan, kumsallarda çırpınan sular gibi söylüyordu. Ne ses, ne sesti o!..

      Nahide, bakışlarını arkadaşının yeşil ışıklı gözlerinden ayıramayarak vect içinde dinliyordu. Gözlerinin siyah kadifesi nemlenmişti. Dudakları bir kızıl yakut gibi yanıyor, parlıyordu. Her şarkının sonunda, bitecek, bir başkasını belki de söylemeyecek diye içi titriyordu.

      Bu sesin içinde salonun ışıkları değişiyor, ortalığı birçok kollu şamdanlardan dökülen titrek mum alevleri, menşurlarında mavi, mor, kızıl, turuncu renkler tutuşan avizeler aydınlatıyordu.

      Kübik eşyaları, koltukları, masaları ve sandalyeleriyle salon gözlerinde siliniyor, ağır halılarla döşenmiş, kırmızı sedirli, kırmızı perdeli bir şark odası canlanıyordu. Solgun yüzlü bir kadın, ipek yastıklar arasına uzanmış, gözleri yarı kapalı bu nefis musikiyi dinliyordu.

      Bu seste; Şark musikisinin hüznü, melali, kudreti, mistik zevki vardı. Zenci rakkaseler, bu sesin içinde binbir inhina13 ile kıvrılan vücutlarını teşhir ediyorlar; ince belli cariyeler gümüş tepsiler içinde bu sesin büyüsü ile şerbet dağıtıyorlar; tombul elli bir Şark güzeli, bu sesle ortaklarının kalbine saplanan kahkahalara ağlıyor; bu sesle sevenler mesut veya bedbaht oluyorlardı.

      Afet sustuktan sonra, sanki yaşadıkları âlemin bütün füsunu dağıldı. Mahir sonsuz bir hayranlıkla “Harikulade demek de bir şey ifade etmiyor hanımefendi!” dedi. “Bu ilahi ses için ne söylemek, size büyük lütfunuz için nasıl teşekkür etmek lazım geldiğini bilemiyorum!”

      Sonra Bahri Doğru’ya döndü:

      “Ne mesutsunuz beyefendi!”

      Zeki avukat, karısının beyaz elini avuçlarının arasına aldı. Zarif bir şekilde eğilerek öptü. Birkaç kere öptü. Derin ve samimi bir sesle “Cidden çok, pek çok mesudum Mahir Bey.” diye genç adamın sözünü tasdik etti.

      Salondan çıktıkları zaman, Sermet’i, merdivenin parmaklığına dayanmış, vect içinde, gözleri yaşlı buldular. O kadar perişan, o kadar muzdaripti ki, niçin burada durduğunu, içeriye girip oturmadığını soramadılar.

      Ancak genç kadınları selamlayabildi. Onlar merdivenlerden kol kola inip kaybolduktan sonra Mahir’in elini tuttu.

      “Âşığım!” dedi. “Çılgın gibi seviyorum. Ölesiye seviyorum. Ne idi oses, o ses ne idi?!..” diye tekrarladı. “Az daha deli gibi salona girecek, sevdiğim kadının dizlerine kapanacaktım!”

      “Bir bu eksikti. Yarın Türk Dili için orijinal bir mevzu çıkardı!”

      Sokağa çıktılar. Afet’in sesini konuşuyorlardı. Sermet “Alaturkaya gittiği kadar alafrangaya da gidiyor sesi. Ona çok şaştım.” diyordu.

      “Çok iyi bir musiki terbiyesi almış doğrusu. Yedi yaşından beri ut, keman, piyano ile meşgul oluyormuş. İyi bir aile kızı. Babası güngörmüş, iyi yaşamış, zevkiselim sahibi bir adamdı. Yakında öldü. Kızlarını çok iyi yetiştirmiş. Tabii iyi bir izdivaç yapmasaydı, meziyetlerinin çoğunu kaybederdi ya. Kocası çok zarif, diplomasiye vâkıf, zeki bir adamdır, hassastır. Karısının zevklerine, itiyatlarına, isteklerine, kısaca karısının hayatına ömrünü bağlamış, âşık bir kocadır.

      Lakin böyle sızacak hâle gelinceye kadar içmenin manası ne? Yavrum, ümitsizliğe düşünce içip içip kendinden geçmek eski zaman modası idi. Âşık mısın, şair misin? Ver elini meyhaneye… Bunların mevsimi çoktan geçti. Şimdi her şeyden önce pısırıklığı bırakmalı. Zarif, nüktedan olmalı. Giyinmesini, konuşmasını, kadına edilecek muameleyi bilmeli.

      Durdun, durdun da Nahide’yi bir roman kahramanına benzetecek zamanı buldun. Bence, ha Greta Garbo’yu14 hatırlatıyorsunuz, bakışlarınız tıpkı Jon Kravfort15 gibi demişsin ha Anna Karenin’i hatırlatmışsın. İkisi de bir. Sinema artistlerine, herhangi bir roman kahramanına benzemek hoppa, tecrübesiz, az tahsilli kızların koşuna gider ama olgun, kafası işleyen, okuyan kadınların asla…

      Birine benzemekten hoşlanan bir kadının şahsiyeti kalmamış demektir.”

      “Bunu hiç düşünmedim Mahir. Mamafih ben içimden geçeni söyledim. Samimi olmak günah mı?”

      “Samimi olmak şüphesiz ki iyi. Fakat içten geçen her şey de samimiyet nişanesi diye ortaya dökülmez, değil mi?”

      Mahir, küçük kardeşini azarlayan bir ağabey gibi konuşuyordu. Onu evine kadar götürdü. Ayrılırken “Nahide, kendisine fena hâlde tutulduğunu hissetmiş.” dedi.

      “Bunu nasıl anladın?”

      “O bir şey belli etmek istemiyor tabii. Afet Hanım’ın bazı manalı sözlerinden sezinledim. Yepyeni bir roman mevzusunu kafamda işliyorum.” dedi.

      “Nahide sinirlendi mi bu imadan sonra?”

      “İşitmemiş göründü.”

      “Şu hâlde ümit edebilirim!”

      “Pek fazla hayale kapılmamak ve biraz becerikli, temkinli davranmak şartıyla…”

***

      Nahide’nin oturma odasında idiler. Afet divana yerleşmişti. Dudaklarının arasında kızıl renkli, incecik ağızlığı vardı. Ara sıra sigarasının dumanını gözlerinin zümrüt ışıklarıyla takip ediyordu. Nahide kabarık bir yer minderine ilişmiş, arkadaşının dizlerinin dibinde konuşuyordu:

      “Bu çocuğun günden güne artan, âdeta bir iptila hâlini alan sevgisinden ürkmeye başladım Afet! Başta işin bu kadar ciddi bir şekle