Karçınzade Süleyman Şükrü

Seyahatü'l Kübra


Скачать книгу

okuma yazma bilmeyen ve rüşvetçi bir hizmetkârının ağzıyla iş yapması sonucu böyle rezil adamların korunduğunu büyüklük kapısı efendimize arz eden bulunmamaktadır. Daha doğrusu herkesin Ata Beyzade Cavit’in şerrinden korktuğu esnada Süleyman ne yapsın? Padişahımızın bu kadar kendisine sadık hizmetkârları bu durumdan habersiz değil ya! Kesinlikle bekledikleri bir nokta bulunmaktadır. Bu düşünceyle o adamın kötülüklerinden daha fazla bahsetmeyerek susmayı tercih ettim.

      Soysuzlar ne zaman ellerine imkân verilse firavun kesilirler. İşte bu soysuz sınıfının önde gelenlerinde biri olan Bedri de Hüseyin Hasip gibi ellerine geçirdikleri tımarhane kaçkını, bilgisiz ve akıldan nasibi olmamış Bakan’ın maaş dışında bir fikrinin olmadığını anlayınca idareyi sahipsiz ve meydanı da boş bulmuşlardı. Bu adam, eline geçirdiği Bakanlığın muhasebeciği ile Bakanlık İdare Heyeti üyeleri arasına da girmişti. Böylece başı göğe ererek rast gelene sataşmaya başlamıştı. İyice kuduran bu kuduz köpek, iktidarsız Bakan’ın akıl hocalığına da soyunmuştu. Bu şekilde Bakanlıktaki tüm ipleri eline geçirdiği için derdimi de kimseye anlatamadım. Sonuç olarak da 260 kuruş maaş kesintisi ile Dırac Müdürlüğü’nü kabul etmek zorunda kaldım.

      Hükûmetimizin mahvedici gücüne karşı koymanın mümkün olmadığını çok acı bir tecrübe ile anlayan Ermeni bozguncuları delikten deliğe kaçarken Halep başlığında anlattığım gibi bu bozguncuların en hayırsız yardımcıları olan Bedri’nin ise tam aksine yüksek makamlara getirildiğini ve ödüllendirildiğini gördüm. Bu karmaşık günlerde ben de İstanbul’dan ayrılarak Dıraç’a doğru hareket ettim.

      Önce İzmir’e gidip, oradan başka bir vapura aktarma yaparak doğrudan Mersin’e geçtim. Oradan da Adana’ya geçip orada bulunan annemi yanıma aldım. Sonra da deniz yoluyla Selanik’e doğru yol aldım. Bu esnada Yunan sınırına yoğun bir şekilde asker sevki ve savaş malzemeleri nakli gerçekleşmekteydi. Gece gündüz durmadan yapılan bu sevkler nedeniyle Tren Yönetimi kimseye bilet vermiyordu. Bu nedenle tekrardan vapura binerek Girit adasına ait Kandiye, Retna ve Henya iskelelerine uğradık. Ardından da Pire, Korfu ve Avlonya istikametinden Dıraç’a ulaştım.

      DIRAÇ

      Dıraç, Osmanlı Avrupası’nın batı sınırını çizen Adriyatik Denizi sahilindeki en büyük ve en güzel kasabamızdır. Geniş bir körfezin kuzeybatı ucunda olan kayalık bir buruna kurulmuştur. İlirya, yani eski Trieste krallarından olan Pidamyus zamanında kurulmuştur. Şehir onun halefi Dırahyos zamanından büyüme kaydedip daha güzel hâle geldiği için Dırahyum adını da almıştır. Şimdi kullanılan Dıraç isminin buradan kaynaklandığı ya da Yunanca’da korkunç anlamına gelen pidamyus veya kayalık demek olan dırahyon kelimelerinde geldiği tarih kitaplarında net olmamakla birlikte ifade edilmektedir. Buranın yerli halkında edindiğim bilgiyi de aşağıda ekliyorum.

      Diraç ismini “Durres” olarak ifade eden Arnavutların söylediklerine göre şehrin kurulduğu yarımada milattan önce yaşanan bir deprem sonucu denizin derinliklerine batarak gözden kaybolmuştur. Yarım yüzyıl sonra tekrar gün yüzüne çıkıp eski hâlini alsa da bundan böyle kimse oraya gitmeye cesaret edememiş. Bu nedenle yıllar boyu bu bölge boş kalmıştır. Sonraları Dıracu isminde bir Çingene kendi birlikte olduğu halkıyla bu bölgeye korkmadan girerek burada yaşamaya başlamışlar.

      Burada yaşayan diğer topluluklar ise bahsettiği bu topluluktan çok sonra gelip yerleşmişlerdir. Onlar da daha evvel verilen Dıracu ismini kullanmaya devam etmişlerdir. Avrupalıların da Dıraç yerine Dıracu kelimesini tercih etmeleri bu anlatıyı dolaylı bir şekilde doğrulamaktadır.

      Ben Dıraç’a geldiğimde buranın Sancak Beyliğini yapan mutasarrıfı Muharrem Bey’di. Bu şahıs bir yıl sonra İpek’e tayin edildi ve onun erine Arapzade Rıza Paşa görevlendirildi.

      Bahsettiğim bu kişilerin ikisi de güler yüzlü, iyi huylu, tatlı dilli olmakla birlikte sohbet ve nezaketleri insana hoş gelen namuslu insanlardı. Geldiğim dönemde buranın yazışma müdürlüğünü Tiran beylerinden Kazım Bey; meclis idare başkâtipliğini şehrin itibarlı kişilerinden İsmail Efendi; muhasebeciliğini Bursalı Rıza Efendi; Kadı Ali Efendi, savcı vekilliğini Erkan-ı Harp Kaymakamı Manastırlı meşhur Osman Senai Bey’in kardeşi Davut Efendi; ceza mahkemesi başkanlığını İsmail Bey ki kendisi o kötü namlı Bedri’nin ne kötü bir adam olduğunu bilen ve Bedri’nin hemşehrilerindendi; Divan-ı Umumi mahkemesi başkanlığını Ali Bey ki bu kişi de o kötü namlı Bedri’nin nasıl biri olduğunu bilen ve Bedri’nin hemşehrilerindendi; belediye başkanlığını Tiran beylerinden meşhur Hacı Beşir Ağa soyundan gelen Süleyman Ağa; idare meclisi üyeliğini Bosna göçmenlerinden Süleyman Ağa; belediye azalığını bir önceki kişinin kardeşi Hacı Ahmet Ağa; belediye doktorluğunu Yanya asilzadelerinden Naki Efendi; vergi müdürlüğünü Podgoriçe göçmenlerinden ve asilzadelerinden Zeynel Efendi yapmaktaydılar.

      Bu şahısların hepsi varlıkları ile övünülecek insanlardı. Böyle asil ve nazik insanların olduğu Dıraç’a görevlendirilmekten dolayı kendimi çok bahtiyar kabul görüyordum.

      Kale surları içerisinde bulunan Telgrafhane’nin yıkık bir vaziyetteydi. Bu nedenle bölge zenginlerinden Torka adındaki birinin deniz kenarında yaptırdığı yüksek kâgir evin ikinci katının yarısını kiraladım. Sonra da makineleri oraya taşıdım. Bir zaman sonra medeniyet tutkunu Padişah Hazretleri sayesinde resmî izin alarak yeni bir telgrafhane yaptırdım. Kalenin büyük kapısı üzerine iki katlı yüksek ve donanımlı ve şekilde yapılan bu telgrafhane sayesinde yönetimi kira köşelerinden kurtarmayı başardım. Buradaki mesele sadece resmî bir makamın kiralık bir yerde olması değildi. Ayrıca o bahsettiğim binada Avusturya ve Yunanistan’ın konsoloslukları da kirada durmaktaydılar. Bu kurumların resmî ve bayram günlerinde çektikleri bayraklar yazışma odasının camında aşağı sarkıyordu. Bu şekilde istemeden de olsan üstüne yabancı bayrağı çekilen bu yerde memuriyet yapmak bana uyan bir durum değildi. Bu konuyu ilgili yerlere arz edip yeni bir telgrafhane yaptırma izni alıncaya kadar çok zorluklar yaşadım.

      Küçük bir belde olan Dıraç ticaretinin canlı olması nedeniyle bünyesinde gayet yüksek yapılar barındırmaktadır. Şimdiki Kosova Valisi Hafız Mehmet Paşa mutasarrıf iken denizin kenarını süsleyen belediye bahçesi yakının kâgir olarak yaptırılan Hükûmet Dairesi’nin yüksekliğinde bir binaya livalarda değil vilayet merkezlerinde dahi sıkça görülen bir resmî daire değildi.

      Sultan II. Mahmut hazretlerinin tanınmış vezirlerinden Kırım Fatihi merhum Gedik Ahmet Paşa Hicri 886’da Avlonya’yı ele geçirmiş, İtalya yarımadasındaki Otranto ile birlikte başka birçok kaleyi fethettikten sonra Dıraç’ı kuşattığı esnada şehit düşmüştür. Bu nedenle kabri şarampolün dışındaki geniş çimenliğin ortasında bulunmaktadır. Din ve devlete övgüye layık hizmetler yapan böyle temiz vicdanlı bir vezirin Edirne’de bir hamamda idam edildiğini yazanlara bu cevabı vererek bu yalandan uyanmalarını umuyorum. Kaldı ki bu dayanaksız yakıştırma Avrupalıların düşmanca yazdırılmış kayıtlarından alınmış uydurma bilgilerden biri olarak yalanların en kötüsü sıfatını hak etmektedir.

      Dıraç’ın kurulu bulunduğu yarımadayı kuzey tarafından bağlı bulunduğu kara parçasından keserek ada hâline getirmek amacıyla kadim topluluklar tarafından bir kanal açılmıştır. Bu kanal şimdi toprak ve döküntülerle doludur. Bu nedenle bataklık hâline gelen bu yerden şimdilerde yüklü miktarda tuz çıkarılmaktadır. Limanın doğusundaki Kavaye adı verilen sahilde de işletilen zengin bir tuz madeni bulunmaktadır. Dıraç şehrinden bulunduğum dönemde şehre yakın mesafede olan Kavaye, Şiyak, Tiran ve Akçehisar gibi kasabaları ziyaret ettim.

      KAVAYE

      Bunlar içerisinde Kavaye, batıdan doğuya doğru uzanan