Karçınzade Süleyman Şükrü

Seyahatü'l Kübra


Скачать книгу

zararını düşünmeden hayvanca bir duygu ile yaptığım bu yanlış hareket yüksek makamlarda olumsuz bir şekilde karşılık buldu. Neticede durum incelenmeyip teftiş edilemediğinden Padişah Hazretlerinin iradeleriyle Deyrizor’da ikamet etmek kaydıyla oraya sürüldüm.

      KAÇINILMAZ YOLCULUK: SÜRGÜN

      Karesi’de yirmi beş ay kıdemli ve dürüst bir şekilde memuriyet görevi yaptım. Allah’ın bir hikmeti üzerine maruz kaldığım bu musibete binaen Deyrizor’a hareket ettim. Deyrizor’da bana refakat eden zaptiye yüzbaşısı olan Osman Ağa ve Polis Hacı Mustafa Efendi ile birlikte bir araca bindirilerek önce Soma’ya gittik. Oradan trenle Manisa üzerinden İzmir’e geçtik. Vapura aktarma yaparak İzmir Limanı’ndan İskenderun’a ulaştık. Orada hiç vakit kaybetmeden, bu limanda bekletilen araca binerek Belen, Halep, Ebu Harire istikametinden Deyrizor’a gönderilmiş oldum.

      Ebu Harire hazretlerinin mübarek kabirleri Suriye çölünün bir köşesindedir. Karşısında Cennetmekân Süleyman Şah’ın türbesi ile Caber Kalesi bulunmaktadır. Fırat Nehri buradan da geçmektedir. Deyrizor, Şam Vilayetinin doğusunda Halep’in güneyinde ve Fırat Nehri’nin üzerinde bulunmaktadır. Buraya geldiğim zaman Sancak Beyliği görevini yapan mutasarrıflık makamında Şerif Paşazade Şükrü Paşa oturmaktaydı.

      Bu kadim şehre Asurlular döneminde Yetsak denirmiş. Konum olarak Irak ve Şam taraflarına gidip gelen kafilelerin yolu üzerinde bulunması sonucu hareketli bir yerdir. Halkının çoğunluğu Kürt ve Arap göçebelerden oluşmaktadır. Bu halk da seyyar bir hayat sürdükleri için yerleşik nüfusu iki binden fazla değildir.

      Önceki mutasarrıfı Zühdü Bey zamanında sokakları genişletilerek imar edilmiştir. Bu yenilenen yerlerde güzel evler bulunmaktadır. Bütün masrafları hazineden temin edilerek beyaz mermerden yapılmış olan Hamidiye Cami sayesinde bu bölge ayrı bir güzelliğe kavuşmuştur.

      Zabıtanın bana karşı tutunduğu kaba tavır ve peşimde dolaştırılan polislerin hiç de hoş olmayan hareketlerine kızıp bir gece yüzerek Fırat Nehri’ni geçip Bedevilerden sağladığım çok hızlı giden, susuzluğa çok dayanıklı hecin devesine binerek Elcezire Çölü’ne kaçtım. Kimsenin olmadığı bu korkunç çölde tren gibi hızlı yol alan bu hecin devesi beni dokuz saat içerisinde Habur suyunu geçirip Gökab Dağı yakınında çölde yaşayan Cubur kabilesine ulaştırdı.

      Bu kabilenin şeyhi eskinden beri benim dostumdur. Bir gece bu adamın çadırında konakladım. Ardından Allah’a güvenerek tekrar yola çıktım. Abdulaziz Dağı’na geldiğimde Şammar kabilesi ile karşılaştım. Bu büyük kabilenin baş şeyhi Faris Paşa’dır. Kendisiyle on iki yıllık bir tanışıklığımız ve derin bir dostluğumuz bulunmaktadır. Öyle ki beni gördüğünde çadırından fırlayıp kucakladı.

      Peşinde dolanan her yanı silah dolu çok sayıda köle ve altında bulunan diğer şeyhler ile evlatlarını da yanına çağırdı. Beni onlara “kadim dostum” diye takdim etti. Ardından bunlarla kucaklaşarak çadıra girdik. Bu zatın çadırı bir asker kışlası genişliğindedir. Çadırın en başköşesinde kendisi oturmaktadır. Burada otururken yastık yerine şişkin kısımları altın kaplı bir hörgüce dayanıyor. O esnada beni de yanına oturttu. Diğerleri de etrafa sırayla dizildiler. Hemen sonra ikram edilen kahveyi içtik. Bir saat süren sohbetten sonra bu uzunluğu kırk adım kadar olan çadırın orta yerine boydan boya meşin derisinden bir sofra kuruldu. Kazanlarla getirilen pilavlar bu sofraların üzerine döküldü. Âdeta bir tepe şeklini aldı. Üzerine hiç parçalanmadan pişirilmiş koyun gövdeleri ve ikiye bölünmüş deve gövdeleri konuldu. Böyle olunca, yan yana sıra şeklinde oturan sofranın karşısındakiler artık görünmez oldu. Tamamen yemekten mürekkep bu tepenin etrafına yarımşar metre aralıklar ile içlerinde tereyağı olan tabaklar dizildi. Bu hazırlık tamamladıktan sonra kabilenin baş şeyhi Faris Paşa ayağa kalktı ve “Ya filan, ya filan…” şeklinde kabilenin önde gelenlerini sofraya davet etti. Bunlar da sofranın etrafına derecelerine göre sırayla oturdular. Karınlarını doyurduktan sonra da çekildiler. Bunların ardından tekrar anlattığım usul üzerine kabilenin ikici derecede önemli olanları sofraya oturup yemeklerini yediler. Bunlardan sonra da çocukları toplanıp yemeye başladılar. Tahminen bu sofradan bin yedi yüz kişi yemek yedi. Buna rağmen yemeğin ancak dörtte biri bitti. Herkes karnını doyurduktan sonra köleler gelerek bu bereketli yemeğin kalanını sinilerle kaldırdılar.

      Sofradan avuçlarıyla aldıkları pilavı taslar içindeki tereyağına batırıp ağızlarına atan bu katışıksız Araplar ile birlikte yemek yemenin benim gibi şehirlilerin midesini bulandıracağını bilen Faris Paşa benim için ayrıca bir sofra hazırlattı.

      Burada bir hafta konakladım. Ardından yola çıkma hazırlığını yaptığım esnada biraz daha kalmamı talep etseler de makul mazeretimi kendilerine iletip müsaade istedim. Veda ettikten sonra yola çıktım. Beş gün içerisinde Tai kabilesinin yanına gittim. Burada bir kahvesini içmek için kabile şeyhi Abdurrahman Bey’in çadırına geçtim. Kahve sonrası hemen tekrar yola devam ederek Antiri köyüne geçtim. Buranın önde gelenlerinden Süleyman Ağa’nın odasına geçtim. Bu kişiyi eskiden tanırdım. Bir gece burada konaklayıp güzelce dinlendim. Ertesi sabah bir ata binerek Nusaybin, Midyat ve Hazak istikametinden altı gün içerisinde Şırnak’a gittim. Burada da iki gece konaklayıp yorgunluğu üzerimden attım. Ardından Sindi Golli, Derhozan, Merke ve Aşot üzerinden bir hafta içerisinde Daravire’ye geçtim. Burada da Tiyari kabilesinin lideri Melik İsmail’in evine geçtim.

      Bu esnada, bu bölge ilerisinde bulunan kabilelerden Caluliler ile Oramarlılar arasında husumetten kaynaklı çatışmalar olduğu haberini aldım. Bu nedenle bu istikamette daha fazla yol almayı gözüme kestiremeyerek yönümü değiştirdim. Derhozan istikametinde tekrar geri dönerek Somil ve Telkif üzerinden Musul’a geçtim. Orada vali olan Hacı Paşa hazretlerini ziyaret ederek Deyrizor’dan geldiğimi kendilerine ilettim.

      Bu zat, affedilmem için Başkent’e çok sayıda yazı gönderdiyse de bir sonuç alınamadı. Adanalı Gergerizade Ali Efendi ile Musul’da karşılaştım. Akrabalarımın sağlıkları hakkında güzel haberler alınca taze bir kan almış gibi oldum.

      Bu esnada kış olanca şiddetiyle devam ediyordu. Bu nedenle mevsim sonuna kadar Musul’da kalmak durumundaydım. Rumi 19 Nisan Cuma günü Beni Yunus Mahallesi’ne geçtim. Burada yedi gün boyunca tanıdığım bir kişinin evinde kaldım. Yolluğumu hazırladıktan sonra seyahat için bir at kiraladım. Son gün gece yarısı “Medet ya Ali!” diyerek yoluma devam ettim. Bu yolculuk esnasında Suruciler Yaylası’ndan geçtikten sonra Germamak, Reşani, Babaçiçek, Almendan, Kanutuman, Deli Ali Bey Geçidi, Sardaryan, Bihal, Revandiz, Cendyan, Ömerağa, Balık ve Rayet istikametlerinden on günlük bir yolculuk sonucu İran sınırı içerisinde bulunan artık eskimiz olan Lahican’a vardım. Aksak Timur’un İran’a geçmek için kullandığı geçit olan Rayet, Revandiz’e bağlı Balık Nahiyesi’ne iki saat uzaklıktadır. Bu geçit, İran topraklarına giriş yapılan yerde önemli bir konuma sahiptir. Bu nedenle burada devletimiz karantina kontrol memurluğu noktası bulundurmaktadır. Manevi büyüklerden meşhur âlim Şeyh Murat Efendi’nin kabri de bu bölgededir.

      SÜLEYMAN’IN DÜNYA TURU

      LAHİCAN

      Lahican Ovası batısında Korku Dağı ve Kandil Dağı ile çevrili, doğusu ve güneyinde Peşter’e inen Lahican Nehri’nin sınır boyu aktığı, Kuzeyinde Urmiye topraklarının bulunduğu bir bölgedir. Gayet doğal bir havası ve bereketli bir suyu vardır. Kendisini Revandiz Telgraf Müdür olduğum dönemde tanıdığım Belbas Reisi Mehmet Ağa burada yaşamaktadır. Bu sayede sınırdan belge ibraz etmeden geçebildim. Geçtikten sonra kıymetli evlerinde beni ağırladı.

      Bu topraklar Osmanlı Devleti ile İran Devleti arasında çekişmeli bir topraktır.