Karçınzade Süleyman Şükrü

Seyahatü'l Kübra


Скачать книгу

geçen yol yorgunluğumu kendisine üç gün misafir olarak kalarak üzerimden attım. Ardından müsaade alarak Mama kabilesi içerisinden yol alarak Saviç Bulak bölgesine geçtim.

      SAVİÇ BULAK

      Saviç Bulak Nehri’nin solunda bulunan hoş bir bayır üzerine kuruludur. Burası Lahican bölgesinin merkezidir. Bu bağlamda çevre yerleşim alanlarına göre ticareti daha hareketli bir yerdir. Aynen Revandiz kasabası gibi sokakları dar ve evleri de topraktır. Nadir Şah’ın oğlu Adil Şah döneminde İran topraklarında siyasi düzen sarsıntıya uğramıştı. Bu dönemde Kerimhan Zend Lahican’dan Isfahan’a kadar İran topraklarını ele geçirmişti. Bu dönemde Şiraz’ı kendisine Başkent yapmadan önce Saviç Bulak’a bir saray inşa ettirdi. Burada ayrıca Safevi Şah İsmail’in tuğladan yaptırdığı büyük bir askerî kışla bulunmaktaydı. Her ikisi de Kaçar Hanedanı döneminde yenilenmediği için zaman içerisinde harabe hâline gelmişlerdir. Bir dönem burada bulundurulan bir bölük serbaz adı verilen piyade askerî kışlanın da enkazı dikkat çekmektedir. Yıkıntıları arasında bulunan kapıları mağara deliklerini andıran odalara baykuş gibi sokulmuş bir hâldedirler.

      İran’da askerlik sürekli ve babadan oğla miras bir meslektir. Bu nedenle buralarda on üç yaşından yetmiş yaşına kadar serbazan askeri görmek mümkündür. Sefalet içerisinde yaşayan bu zavallı askerlerin yaşları gibi kıyafetleri ile silahları da birbirine zıt ve alakasızdır. Ücret olarak tayın adı verilen asker azığı ile aylık toplamda dokuz kıran maaş alıyorlar. Bu maaş günlük altı şâhiye dahi gelmiyor. Osmanlı parası ile bu para aylık toplamda on sekiz kuruş ediyor. Osmanlı parasına göre aşağı yukarı yetmiş paraya karşılık gelen bir kıran, yirmi şahi demektir. Bu nedenle günlükleri on beş para dahi etmemektedir. İran’ı, Osmanlı ile karşılaştıracak olursak daha az bereketli ve pazarı daha pahalıdır. İran’ın viran kışlalarındaki nöbet noktalarında daimi olarak asker bulundurulmaması nedeniyle bu askerlere iki üç ayda bir kere olmak üzere kılıç çeken diye tarif edebileceğimiz Şimşir-i Beğşid kumandasında eski tip yatağan tarzı bir kılıç ile askerî eğitim verilmektedir. Başka bir işleri olmadığı için bu askerler de boş zamanlarını pazarlara ve mahallere giderek oralarda akşamlara kadar işçilik, kebapçılık, bohçacılık ve kasaplık tarzı işler yaparak ekmek parası kazanmaktadırlar. Askerî taburlarında binek ve yük hayvanı bile bulunmaması nedeniyle her askerin kendi şahsına ait bir bineği bulunmaktadır. Bir gün ikindi vaktinden sonra bu harabe içerisindeki kışlayı gözlemlemeye gittim. Kendi vatanlarından uzak bir hâlde sahipsiz olan bu zavallı askerlerin ölene kadar bu tarz bir askerî yükümlülüğe zorunlu olarak tabi tutulmalarının onları bezgin ve mutsuz bir duruma düşürdüğü hâl ve tavırlarından anlaşılmaktaydı. Hayvanlarının yiyeceklerini dahi kendileri karşılamak zorundaydı. Böyle bir mecburiyet altından çevreden topladıkları otları her biri bir köşeye koymuşlardı ve bolca yedirmekten uzak duruyorlardı.

      Yer yer yakmış oldukları ateşlerin isli dumanları arasında kaybolmuş paslı çömleklerde kendi kendine kaynayan yemekleri pişene kadar dahi boş durmazlar. Bu esnada, ilk insandan beri yaşayan bir hayvan gibi olan bineklerini tımar eder ya da sökük semerlerini dikerler. Kadimden beri gelen uygulamalarını hâlen daha devam ettiren İranlıların gerek refah gerekse mutluluktan tamamıyla uzak kaldıklarına dair hiçbir şüphem kalmadı. Bu insanlar çağımızın her türlü gelişimine kar ve uzak durmaktadırlar. Fakat bu durum İranlılar gibi zeki bir millete hiç uygun düşmemektedir. Cenabı Allah bu insanlara yeni fikirler nasip etsin.

      Bu yıkık kasabanın resmî yapıları diğer yapılar için örnek teşkil etmektedir. Ne yazık ki şehre gelen yabancılar için ne kalacak bir yer ne de inip dinlenecek bir mekân mevcuttur. Bu nedenle ben de Kadı Ali Mirza’nın evinin selamlığında gecelemek durumunda kaldım. Kadı Ali Mirza bu kasabanın Şerî hizmetlerini yerine getiren bir memurdur. Yaklaşık kırk yaşlarında olan bu kıymetli şahsiyet güzel karakterli ve düzgün bir konuşması olan biridir.

      Kasabaya geldikten iki gün sonra gümrük müdürü Mirza Mahmut ile onun kâtibi Samsabun Han kaldığım yere geldiler. Hâl hatır sorduktan sonra birlikte Hâkim Saad’ül-Saltana’nın ziyaretine gittik. Yolumuzun üzerinde çok sayıda harabe yapı bulunmaktaydı. Onların aştıktan sonra hükûmet binasının yıkık kapılarından geçtik. Buraya gelmemizin akabinde yakında bulunan çadırdaki koruma görevlisinin yanına giderek hâkim ile görüşme talebimizi ülkenin kendi âdetlerine uygun bir şekilde kendisine ilettik. Saad el-Saltana burada bulunan iki katlı toprak bir bina içerisinde oturmaktaydı. Talebimizi alır almaz bizi “buyursunlar” cevabıyla içeriye davet etti. Kendisi elli yaşlarında bulunmaktaydı. Biz içeri girdiğimizde odasının köşe kısmında diz üstü oturarak nargile içmekteydi. Müftü efendi de aynı şekilde onun sağ tarafında oturmaktaydı.

      Başıyla selamımızı aldıktan sonra yerde serili kilime oturmamızı işaret ettiler. Çünkü o dönemde buralarda sandalye gibi iç döşeme eşyaların buralarda henüz yaygın bir kullanımı yoktu. Diğer yandan kendisi yalnızca Farsça konuşabiliyordu. Memuriyet olarak altında iki görevli bulunmaktaydı: Birincisi tıbyan’ülmülük olarak tanımlanan kâtip ve ikincisi ise imâdettin adı verilen evrak memurudur. Dairede bütün işler bu iki kişi tarafından yapılmaktaydı.

      Kendisinin “Hoş geldiniz, yolculuğunuz ne tarafadır?” şeklindeki sorularına cevap verdim. Ardından bana “Kırşehir nerededir?” şeklinde bir soru yöneltti. Bu soruya karşılık olarak “Ankara vilayeti dâhilinde bir sancaktır.” cevabını verdim. Azerbaycanlı olmaları hasebiyle Türkçe bilen kâtip ve evrak memuru soruyu “Ankara neresidir?” şeklinde soruları Türkçe sordular.

      Ankara sorusuna cevap olarak verdiğim “Batısında Hüdaverdigar, kuzeyinde Kastamonu, Doğusundan Sivas ve güneyinde Konya vilayetleri sınır komşularıdırlar. İstanbul’un 450 kilometre güneydoğusunda bulunmaktadır. Çevre genişliği 75 bin kilometrekare olan büyük bir merkezin adıdır.” cevabın ardından kendi aralarında “Osmanlı toprakları çok geniştir. Adını dahi bilmediğimiz vilayetleri bulunmaktadır.” şeklinde hayretli bazı cümleler kurdular.

      Her ne kadar memuriyet açısından önemli bir konumda olsalar da bu kişilerin bizdeki ortalama bir ilkokul öğrencisinin dahi bilebileceği bir coğrafi bilgiden uzak olmalarına hayran kaldım! Bir miktar daha havadan sudan muhabbetler yaptıktan sonra buradan ayrıldık.

      Osmanlı Devleti’nin burada bir fahri konsolosu bulunmaktaydı. İsmi Mahmut Han olan bu kişi ağırbaşlı, sakin ve çevresi tarafından itibar edilen bir şahsiyettir. Her ne kadar hâlimi merak ettiği için yanıma geldi ise de bu utancımdan kendisini ziyaret edemedim.

      Daha önce hiçbir yerini görme fırsatım olmayan İran’ın bu perişan kasabasını ziyaretim iki gün sürdü. Ardından bir hayvan kiralayarak Bukan yolu üzerinden üç günlük bir seyahatle Sakız’a geçtim.

      Bukan, bu iki kasaba arasında geniş bir köydür. İran Başkumandanı burada yaşamaktadır. Yine yirmi yıl önce Balıkesir ve Soma taraflarında yaptığı eşkıyalık üzerine meşhur olduğunu övünerek anlatan Acem Ahmet de burada oturmaktadır. Buradaki bazı insanlar benimle konuşmak istediklerinde Türkçe bilmedikleri için bu adamı çağırdılar. Köydeki namı Darağaoğlu Ahmet olan adı geçen bu eşkıya bize tercümanlık yaptı. Bu unvandan da anlaşıldığı gibi bu adamın babası da bir zamanlar eşkıyalık yapmış ve sonrası darağacından asılmıştır.

      SAKIZ

      Sakız, İran topraklarında bulunan Sine Vilayeti’ne bağlı önemli beldelerden biridir. Konumu, mahalleleri, evleri, sokakları ve büyüklüğü Saviç Bulak beldesi ile aynıdır. Burası da baykuşların arayıp da bulamadıkları yıkık yerlerin başında gelmektedir. Bu kadim moda memleketi ile Süleymaniye sancağı arasında geniş bir ticari ilişki