Hüseyin Rahmi Gürpınar

Mürebbiye


Скачать книгу

içinde Anjel ile zevk ve eğlence masasını kurmuş, o gece tiyatrodaki seyircilere gösterdiği sahneye onlarla beraber kendisi de ağlamışken besbelli âlemin bu ağlayışına gene o gece içinde Bodler metresiyle beraber pek çok gülmüş, eğlenmiş. Avrupa’nın bugünkü ahlak ve alışkanlıklarına inceden inceye bir gözle bakılıp düşünülürse buna benzer acayip hâllerde insan şaşacak veya gülecek bir taraf göremez. İşte bu gözle bakılırsa ne yazarın davranışı kusurlu bulunur ne de halkın o hâline gülünür. Bodler o piyesin öğütlerine göre davranmak için değil, para kazanmak isteğiyle yazmıştı. Onu seyretmeye gelenler de oraya ahlak dersi almak için değil, hoşça bir vakit geçirmek için gelmişlerdi. Ama o kadar kişi ağladı denecek. Ağlasınlar… Tiyatroda ağlamak, gülmenin başka bir şekli demektir. Zaten fizyolojide “gülme” ile “ağlama” arasında, bazı hâllerde fark yok gibidir. İkisi de sinir zayıflığından ileri gelir. Eğer ağlamakla ahlak düzelseydi dünyada çocuklardan uslu akıllı kimse bulunmazdı.

      Anjel, “Tabii Evlat” yazarının duygu inceliğinden, sinir zayıflığından faydalanabileceğini ümit ile çocuğu Bodler’e mal etmek için ne yolda düşünüp ona kanaat verecek deliller ileri süreceğine, “Ben sana eylülün yirmi dördüncü günü saat üçte Bulvar Dezitalyen’de köşebaşında rast gelmedim miydi? Bir arabaya binip gezmek için filan ormana gitmedik miydi? Hatta o gün orada filan filan madam veya mösyölere rastladıktı. Canım hatırlamıyor musun? Ormanın bilmem kaç numaralı kestane ağacı altında filan filan maddelere dair uzun uzadıya bahisler yürüttüktü, işte o akşam filan lokantada yemek yiyip de geceyi de filan yerde geçirmedik mi?” yolunda birçok sorulu cevaplı sözlerle dolu o kadar ustaca bir konuşma tertip eder ki çocuğun babası Bodler olmak gerekeceği hususunda Anjel’in kendisinin bile şüphesi kalmaz.

      Bir sabah Anjel, karnındaki çocuğu ile Bodler’in oturduğu yere dayanır. Adam yazarlardan ise karı da nazeninlerden, ikisi de ince birer sanat sahibi. Beriki kurnaz ise öteki de fettan. Biri kalemiyle halkı aldatıyorsa öbürü de diliyle âlemi kandırıyor.

      Anjel, yazarı, mühim bir kitap yazmakla uğraşırken bulur. Bodler eline kalemi almış -hangi yanlışı, hangi iftirayı, hangi haksızlığı yazmaya kalkışsa yazmam demeyen o kalemi- parmakları arasına sıkıştırmış. Kendisi adamlıktan, insanlıktan çıkmış, göklere yükselmiş, oradan kuş bakışı bir hor görürlükle bütün insan rezaletleri ve kötülüklerini parlak renkler, düzgün sözlerle tasvir ediyor.

      Ne duyarlıkta ne dalaverede ikisinin birbirinden bir çekirdek geri kalmadığını söylemiştik ya… Anjel, vereceği haberi müjde olarak vermek ve ona karşı alacağı cevabın da kabulden başka bir şey olmayacağına şüphesi olmadığını göstermek, hiçbir zaman ümitsizlik eseri sezdirmemek üzere tam bir saflık gösterir bir çehre ile söze başlayıp der ki:

      “Bonjur Aleksandr Düma! Ne yapıyorsunuz? ‘Trua Musketer’i7 mi yazıyorsunuz? Kalkınız, istikbal ediniz. Matmazel Mari Katerin geldi. Size bir ‘La Dam o Kamelya’8 yazarı takdim edecek.”

      Fransa edebiyatını bilmeyen okuyucularımıza, Anjel’in kendine Matmazel Mari Katerin adını vermesi, Bodler’e Aleksandr Düma demesi pek garip ve belki de manasız gibi görünürse de Mari Katerin denilen kadının “Üç Silahşor” hikâyesi yazarı meşhur Aleksandr Düma’nın metresi olduğu ve “La Dam o Kamelya” romanının meşhur yazarı Dümazade’nin dahi bu kanunsuz münasebetten dünyaya gelmiş tabii bir çocuk9 bulunduğu Bodler’ce bilindiğinden Anjel’in bu yersiz sözlerinden maksadının ne olduğunu ilk anda pekâlâ anlamış ve tutturduğu bu yoldan karının içinde boşaltacak daha birçok şeyler bulunduğunu hissetmişti.

      Fakat iki kişi arasında görülecek anlaşma kolaylığı bazı derece fikir yakınlığına da bir işaret olacağı cihetle Bodler bu çabuk anlayışı karıya anlatmış olsa çocuğun babalığını yüklenmiş sayılacağından Anjel’in söylediği o muammadan güya hiçbir şey anlayamamış gibi şaşkınlık göstererek:

      “Matmazel Mari Katerin kim? Bu odada Aleksandr Düma nerede? Onun oğlu kime takdim olunuyor? Önümdeki eserin ‘Trua Musketer’e benzetilmesine ne münasebet var? Şimdiye kadar çok bilmece işittim fakat her kelimesi başka bir bilmece olan bu söylediğiniz kadar çapraşığına hiç rastlamadım!”

      Anjel safça bir kahkaha salıvererek:

      “İkramiyesi büyük olan bilmeceler biraz karışık olur. İşte bu da öyle.”

      “Acayip, bunun ikramiyesi de mi var?”

      “Evet var… Torba içinde durduğu yerde kendi kendine büyüyen bir ikramiye!”

      “Hayret matmazel! Hayret!..”

      “Bunda hayret edecek bir şey yok. Dur sana bilmeceyi halledivereyim de ikramiyeyi aramızda paylaşalım: Aleksandr Düma, sen, Mari Katerin ben. Dümazade de karnımda. Bilmecenin sandığın kadar karışık olmadığını şimdi anladın mı?”

      “Ma parol donör10 anlayamadım. Haydi beni hayalciliğimden dolayı Aleksandr Düma’ya benzetsinler fakat Dümazade, o koskoca edebiyatçı, evvela cenin hâline, sonra da senin karnına girip de nasıl oturabilir? Nisan başında değilim ki ‘puason davril’ yaptığını aklıma getireyim matmazel.”

      “Adam sen de… Biz yalan söylemek için her sene nisanın birini bekleyecek takımdan mıyız? Bu şarta uyacak olsak ikimiz de aç kalırız.”

      Anjel tavrını biraz ciddileştirerek sözüne devam etti:

      “Aman Bodler, sen de ne şakacı adamsın! Senin gibi cin fikirli bir adamın böyle geç laf anlar görünmesi ne kadar tuhaf oluyor. Yazarlar zevzek olurlar ama sen de onların en zevzeğisin. Gebe bir kadını bu kadar üzmek iyi değildir.” diye çocuğun raporunu korsajının arasından çıkarıp Bodler’e göstererek davasını ispat etmek için de hazırladığı delilleri hemen sıralamaya başlar.

      İş, böylece bilmecelikten gerçekliğe geçince Bodler cenaplarının da yüzü o eski latifecilikten acı bir sertliğe döner. Bodler, o yolda kadınlardan her gün biriyle münasebette bulunmakta ise de bu nazeninler tarafından “Bunun babası sensin!” diye kendine bir çocuk takdim olunacağını en olmaz bir ihtimal suretinde bile aklına getirmezdi.

      Anjel, Bodler’in yüzündeki derin kırışıklardan kafası içinde ne gibi hodbince fikirler kaynaştığını hemen anlayarak açılacak çekişmede herife meydanı dar bırakmak için hemen söze gene kendi atılıp dedi ki:

      “Mösyö!.. ‘Tabii Evlat’ adındaki eserinizde, geçindirme zorluğundan dolayı kanunsuz evladını boğan anaları, kadınların insan neslini aralıksız devam ettirmeye yarar birer canlı tarla olmak itibarıyla kutsiyetleri dışında bunları sırf nefis lezzeti ile seven, kazara bunlardan bir çocuk meydana geliverince bunu tabiat kanununa aykırı, zararlı bir hâl olarak sayan inkârcı evlat babalarını korkunç bir muhakemeye çekmiş idiniz. Bugün siz de öyle mevkide bulunuyorsunuz. Bakalım evladınız hakkındaki kararınız, anasına yapacağınız muamele, kendi hakkınızda gene kendinizin vereceği vicdan hükmü ne olacaktır? Bunu anlamaya geldim.”

      Tereciye tere satmak gibi garip bir fikre düşen Anjel’e karşı, yazar o ekşi suratıyla der ki:

      “Matmazel!.. Bu sözlerinizi işiten sizi namuslu bir kocadan dünyaya evlat yetiştirmek gibi takdir edilecek bir niyetle pansiyondan yeni çıkmış toy bir kızcağız sanır. Kadınlığı, ‘insanlık tarlası’ sayarak düşünmek fikri size karnınız şişmeye başladıktan sonra mı geldi? Çünkü daha evvelden sizde böyle bir çocuk severlik hâli yoktu. O kadar yoktu ki birbirimizle bağdaştığımız zaman ne sizde ana olmak