humma nöbetine tutulanların bakışları gibi, tuhaf bir bakış, sevincinin çokluğundan kulaklarına kadar uzayan ağzı, sözden ziyade hıçkırığa benzeyen bir söyleyişle der ki:
“Efendim kokana hanım, lafını hiç anlamıyorum ama vallahi sesin küçük beyin akşamları üfürdüğü düdükten (flavta), benim tamburanın telinden daha tatlı, daha oynak çıkıyor. Param olsa senin dilini ben de öğreneceğim. Diline de sana da hilafsız hayran oluyorum.”
“Bu akşam puf börek var?”
“Sen puf böreğini seviyon mu? Öyle ise bundan sonra her gün sana kaba kaba püşürürüm.”
“Sen onu nasıl kabartır öyle?”
“Unu hassalı olunca kabarır. (Anjel’in kollarını göstererek) Senin fistanının kollarından ziyade şişer. Hele ben her aşçıdan ziyade kabartırım. Seninle lafa daldık ama şimdi mutfakta çıraklar tencereleri yakar… Bu akşam yemekler benim gönlüm gibi hep yanık olur.”
Aşçıbaşı mutfağına doğru yürür. Giderken kendi kendine şöyle söylenir: “Bu kokana benden ne istiyor canım? Gördüğü yerde sırıtıyo… Benim de elim ayağım donakalıyo, işim bitiyo, tuh Allah cezanı vere, bu karı bana alakalandı mı acap? Beni günaha sokuyo… Ocak başında kokana aklıma gelince bütün damarlarım peluze gibi debreşiyo, yemeklere, attığım tuzun kararını şaşırıyorum canım… Bunlar için dört defadır efendiden tekdir yiyorum. Hep bu hâller memleketteki Ayşe’ye malum oluyo galiba… Kokana bu konağa geleli gayrık Ayşe’nin hiç düşüme girdiği yok. Bu işin Allah encamını hayr ede.”
Kolların puf böreği, gerdanın elmasiye
Ben püşürürüm güzelim, sen hemen durma ye
beytini bir Bolu bestesiyle yanık yanık söyleyerek mutfağına girer.
II
Dehrî Efendi sivil emeklilerden altmış beş yetmiş yaşında kadar bir zattır. Babasından birçok malın mirasçısı olduğu gibi bulunduğu ehemmiyetli memurluklarda da iyi idare ve tutumlu olması sayesinde o malları hemen hemen iki kat etmiş olduğundan şimdi “vezir konağı” denecek derecede kalabalık bir daireyi gayet rahatlıkla idareye elindeki serveti bol bol yetmektedir.
Kendinin ilim ve fenne karşı bir sevgisi, bunlardan bazılarında bilgisi vardı. Avrupa dillerinden Fransızcayı adamakıllı, ötekilerini de şöyle böyle bilir. Ahlakındaki bazı gariplikler, lüzumundan fazla öfkeli, tok ve doğru sözlü olması pek çok kimseleri gücendirir ise de tabiatı doğru, intizamı sever, hakka saygı gösterir, millî âdet ve ahlaktan bazılarına uymakta çok mutaassıp bulunmak gibi bazı seçme vasıfları da kadir bilenlere kendisini sevdirir.
Bazı eski filozof resimlerinde görülenlere benzer koskoca bir kafa, o geniş alnın altında uzun kılları birbirine karışmış akı siyahından çok bir çift gür kaş, hemen bir bıyık kadar kaba duran bu kaşlar ile alnın çıkıntısından peyda olan karaltı içinde çukura gömülmüş sert bakışlı yuvarlak, iki kara göz… Ta kulakların içinden fışkırarak iki yanağı hemen tamamıyla kaplamış gümrah beyaz bir sakal Dehrî Efendi’nin yüzüne büyükler için Sokrat’ın karikatürü şeklinde acayip bir heybet, çocuklar için korkunç bir umacı hâli vermişti.
Zaten ev halkından büyük küçük yanına her kim girse vücudunda hafif bir titreme duymadan o yüze bakamaz. Efendinin önünde söylenecek sözler çok kere pek kısa ve onlara alınacak cevaplar da kati hükümlü olurdu. Efendi bir defa karaya aktır dedi mi o iş geçmiş ola. Artık o karayı beyazdır diye kabul etmekten başka çare yoktur. O şeye “Efendim beyaz ama pek o kadar bembeyaz değil biraz siyahımtırak görünüyor.” demek bile kimsenin haddi değildi.
Efendi kütüphanesine kapanıp da okuma veya yazmaya başladı mı lüzumlu lüzumsuz bir iş için yanına girilemezdi ama kendi canı istediği zaman dairesinden dışarıya çıkardı. Bazen yalının büyük divanhanesinde yakaladığı kâhya kadına “ekonomi politik”ten mühim maddeler açar. Bahçede ara sıra bahçıvanı ele geçirdikçe biçareye “doğum”dan bahsederdi. O korkunç Dehrî Efendi’nin, o ciddi adamın bazı huyu o kadar hafiflerdi ki sofada veya bahçede oynayan çocuklara karışır, onlarla beraber saklambaç, köşe kapmaca oynardı.
Bu acayip hâlleri aşırı zekâ taşkınlığından mı yoksa o koca kafadaki kapalı olan cevherin dış büyüklüğü ile uygun bulunmamasından mı ileri geldiği kolay kolay kestirilemeyecek bir mesele idi.
Dehrî Efendi’nin ilk karısından bir kızı ile bir oğlu olmuştu: Melahat Hanım’la, Şemi Bey. Birinci karısının ölümünden sonra tuttuğu genç bir odalık da Nezahet Hanım’la Vahip Bey’i dünyaya getirmişti. Yirmi beş yaşında kadar bulunan ilk kızı Melahat Hanım kocada, on sekiz yaşındaki büyük oğlu da yatılı okullardan birinde bulunduğundan Mürebbiye Anjel küçüklerin, yani Nezahet Hanım’la, Vahip Bey’in terbiye ve okumaları için tutulmuştu.
Dehrî Efendi’nin dört çocuğunda da babalarının o koca kafası, çukur gözleri, garip huylarından bazıları da az çok görülürdü. Çocuklar, babalarının saklambaç oynamak gibi bazı senlibenliliklerine, iltifatlarına uğramakla beraber büyüğü olsun küçüğü olsun kendisinden korkarlardı. Çünkü peder efendinin hiçbir hususta şakası yoktu. Çocuklardan birinin bıçak, çakı, kalemtıraş gibi kesici aletlerle oynadığını görse hemen o kesici şeyi çocuktan alır, zavallının elini birkaç yerinden kanatıncaya kadar çizer. Çocuğun kendi kendine kazara yapacağı şeyi, iyice hatırlatmak için o bile bile yapardı. Ateşle oynayanın elini ateşe sokar. Ateşin, acısına dayanılmaz, ne kadar can yakıcı bir madde olduğu çocukta tecrübe ile belli oluncaya kadar o eli ateşte cızırdatırdı.
Efendi, çocuklara yaptığı bu cezaları, bir dereceye kadar değişiklikle, ailenin büyüklerine de tatbik etmekten çekinmediğinden bu hâllerden birkaçını gören Mürebbiye Anjel ev içindeki erkeklerden yalnız Dehrî Efendi’nin adını defterine yazmakta tereddüde düşmüştü.
Dehrî Efendi’nin kendinden on sekiz yirmi yaş kadar küçük bir kardeşi vardı. Bu kardeş ailece “Amca Bey” diye çağrıldığından ev halkından Amca Bey’in asıl adının ne olduğunu bilmeyenler çoktur.
Amca Bey’in beden yapısı, Dehrî Efendi’nin küçürek çapta bir çeşit acayip bir örneği idi. Birinin dimdik, ötekinin eğri büğrü boyu Amca Bey’in Dehrî Efendi’ye benzerliğini, son oluşum devresinde bulunan bir kurbağa yavrusunun ana babasına şekilce olan son yakınlığı derecesinde bırakmıştı. Çocukların bacak aralarını hamam bohçasına çevirircesine, eski annelerin kötü bir âdete uyarak oralara pamuklu bezler tıkıştırmaktaki cahilce inatları yüzünden Amca Bey’de bacaklar yılankavileşmiş, bu boy eğriliğine bel kemiğindeki tabii çarpıklık da katılınca iki nokta arasındaki en kısa yola geometride doğru denmesi tarifine ters bir örnek meydana getirecek suretteki bu eciş bücüşlük zavallı adamın boyunu meşhur şekillerden “âşık yolunu şaşırdı”ya çevirerek boy uzunluğunun hemen dörtte biri kadarını içine oynatmıştı.
Amca Bey’in beden yapısında olan bu bükülme Allah’ın bir hikmeti olarak ahlakına da geçmişti. Dehrî Efendi’yle boyca olan otuz santimlik bir eksiklik aralarındaki benzerliği pek o kadar açmamıştı. Çünkü kafatası büyüklüğü ve yüzlerinin çizgileri birbirinin aynı idi. Fakat ikisinin de işlerine ve davranışlarına bakan en az dikkatli bir kimse, beyin tartısınca Amca Bey’in ötekinden (beyni okkaya bindirmeye müsaade olunursa) okkalarla noksan bulunduğunu anlamakta güçlük çekmezdi. Sanki Yaradan Tanrı ana karnında iken ne kadar işe yarayan ve yaramayan haslet var ise birinci evlada vermiş ve ikincisine her şeyin adisini, bozuğunu, zayıfını bırakmıştı.
Amca