bu sebeple Mürebbiye Anjel’in yalıya gelmesi herkesten çok Amca Bey’in gözlerini kamaştırdı. Eğri boyunu bir güzel kadın tarafından beğenilmeye kuvvetli bir engel sanıp dururken matmazelin gönül avlayan sevdalı bakışı ara sıra manalı manalı kendine çevrilmiş olmasından önüne atılan aldatıcı taneye ağzını açan anlayışsız bir balık gibi eğrile büğrüle kızın etrafında dolaşarak kalbinde gülünç ümitler, hâlinde acınacak gariplikler peyda olmaya başladı.
Mürebbiye, Paris’in romancılarına taş çıkartan o psikolog, sakat bir vücutta sağlam bir kalbe pek az rast olunacağını bildiğinden Amca’ya kancayı takınca zavallıyı istediği tehlikeli sevdaya doğru güdebileceğini anlamıştı.
Matmazel, Amca Bey’e kamburuyla uygun bir zoka düzenledikten sonra evdeki ufak tefek beylere de bir çapari hazırladı. Bazı defa çinekop iğnesine çurçur düştüğü gibi Şemi ve Sadri beylere attığı bu çapariye vekilharç ve aşçıbaşı veya ayvazdan biri yakalanırsa vay hâline! Maksat balık avlama değil mi? İğneye birkaçı çengellensin de ne cinsten olursa olsun. İçinden aşırı hoş olmayanlar bulunursa onları tekrar suya atmak, eti latif, yemesi hafif olanları da salamuraya yatırmak kendi gönlüne kalmış bir iş değil midir?
Garip insanlar müzesi denmeye layık o yalıda Dehrî Efendi, Amca Bey’den sonra gelen üçüncü acayip insan, Melahat Hanım’dı.
Her adın sahibine uygun olduğunu sananlar bu yanlışlarını düzeltmek için Melahat Hanım’ı görmelidirler. Adı “Melahat” fakat kocası için canlı bir felakettir. İnsan bu kadını kocasıyla bir arada görse “Melahat” sözünün bu kötü kullanılışına mı yoksa o talihsiz damadın hâline mi hangisine acıyacağında şaşırır kalır. Melahat’ı görenler:
Uzun servilerden uzundur boyu,
İnce fidanlardan incedir beli.
şarkısının gösterdiği boyca incelikteki hiç de şairane olmayan mübalağayı aşırı görmeyeceği gelir.
Erkeklerde bile pek az rastlanan telgraf direği gibi ince uzun bir vücudun üzerine kadınlarda hiç rastlanmayan irilikte ve uzun kutru16 dikliğine gelmek üzere oval biçiminde bir kafa geçiriniz. Bu oval yüzün üzerine Çinlilerinkini andırır, o derece çekik kaş, göz, ağız, burun koyunuz ki güya Melahat Hanım lastikten yapma bir insan imiş de iki kişi biri ayaklarından, öteki tepesinden tutarak o lastiği son derecesine kadar çekip uzatmışlar. Bütün vücut azası ile birlikte yüz çizgileri de bu çekilişe göre eğri bir resim meydana getirerek hiç kıpırdamadan öyle kalmış sanılsın, işte o zaman Melahat Hanım’ın fotoğrafını diyemez isem de aslına pek benzer bir krokisini gözünüzün önünde canlandırabilirsiniz.
Başka bir anlatışla, sanki dünyaya geldiği zaman ebesi olan kadın kendilerince eskiden beri uyulan âdete göre çocuğun kafasını latif bir şekle koymak için iki şakağından şiddetle bastırmış, ama ne yazık ki ilk baskı ile Uzunköprü kavununa çevirdiği çocuğun kafasını her nasılsa çene altından ve tepeden sıkıştırmayı unutmuş, sonra da çocuğu babasının kucağına vererek “Al işte. Bunun adını Melahat koy.” demiş.
Tavan süpürgesine kadın esvabı giydirmişler gibi Melahat Hanım pelerinli, kat kat dantelli yeldirmesini giyip pullu beyaz başörtüsünü de örterek bahçeye, koruya, bostana çıktığı zaman rüzgârın o uzun boya verdiği dalgalanmadan ürkerek bütün vahşi kuşların kaçıştıklarını gören bahçıvan, efendiden doğum bilgisi ve jeoloji derslerini dinleye dinleye zekâsına bayağı bir genişleme gelmiş olan o herif bu hâlden ibret alarak bostana koyduğu korkulukları Melahat Hanım’ın şeklinde yapmaya başlamış ve çok fayda görüldüğünün farkına varan komşu bahçıvanlar tarafından model olarak kabul olunmuştu.
Bazı günler sabah vakti veya akşamüstü Melahat, kocası Sadri Bey’le kol kola koru gezintisine çıkarlardı.
Rüzgârın kuvvetle estiği tepelerde karısının o uzun boyunu süsleyen kırmalar, sayvanlar, kurdeleler yelpir yelpir uçuştukça Sadri Bey, “Melahat, kolundan sıkı tutmasam şimdi havalanacaksın.” derdi.
Sadri’nin bu sözden maksadı, karısının o yumurta gibi kafası, her ucu bir tarafa uçan elbise süsleri içinde türlü eğilmeler peyda eden o ipince vücuduyla bir uçurtmaya benzediğini anlatmak olduğu hâlde, Melahat’ta nükteyi anlayacak kadar zariflik olmadığından bu “havalanmak” sözünü kendisine şuhluk, havaya kapılmak söyleniyor manasına alarak uzun boyuna hiç yaraşmayan istiğnalı bir işvebazlıkla, “Elinden uçuveririm diye korkuyor isen sıkı tut… Melahat’ını kaçırma. ‘Kadıya yalan, kadına inan olmaz…’ Canım isterse bir gün uçuveririm zahir. Sonra Melahat’sız ne yaparsın? Elinde iken kıymetini bil.” diye cevap verir, bu soğuk cilve Sadri’nin damarlarındaki kanı buz gibi dondururdu.
Melahat, şekilde bir kadından ziyade uçurtmaya benziyordu. Fakat ipi, bir bela boyunduruğu gibi Sadri’nin boynuna geçirilmiş öyle bir uçurtma ki değme fırtınalar ile bağın kopmasının ihtimali düşünülemez.
O yalıya damat olmazdan evvel Sadri’ye “efendi” denirdi. “Bey”lik kendisiyle Melahat’ın boyu ile beraber verildi. Fakir oğlu, tabiatı yumuşak, terbiyeli, mütevazı olması, evlenmezden önce bütün hâlleri Dehrî Efendi’ce bilinmesi, Sadri’nin o aileye damat olması sebeplerinin başlıcalarındandır.
Damat seçmek işinde fıkaralığın üstün sayılmasına şaşılmasın. Her akıllının düşüncesi başka olur. Eğer ukaladan her birinin düşünmesi, anlaması bir çeşitten olsa idi dünyada hemen her ilim ve fen ile her hususta akılların mesleği bir olurdu. Her şeyde görülen çeşitli fikirler, bu kadar görüş ayrılıkları görülmezdi. İşte bu umumi kaideye göre kimi zengin damat arar kimi fakir. Başkasının davranışlarında gördüğümüz kendi fikir ve görüşümüze uymayan her şeye gülmemiz, şaşmamız lazım gelse ömrümüzün büyük bir kısmını gülmek, şaşmak ile geçirmemiz lazım gelirdi. Herkes davranışına kemdi aklıyla karar verir. “Akılları mezada vermişler de herkes gene aklını beğenip almış.” sözü meşhurdur.
Lakırtı lakırtıyı açar ama her açıdan lakırtı gediğine kalem sokmak, bahsi büsbütün çığırından çıkarır. Kafada zevzeklik, kalemde söz anlamazlık olursa ne yapmalı?
Evet efendim… Dehrî Efendi damadını fıkaradan seçmişti. Buna sebep de gözü açılmadan yanıma gelsin, her şeyi burada görsün fikri idi. Sakat bir fikir ama aile insanlarından hangi babayiğit Dehrî Efendi’nin karşısına çıkıp da “Siz okuduğunuz kitaplarda yanlış görmüşsünüz. İnsanlar analarından hepsi gözü açık doğarlar. Gözü kapalı doğmak kedi falan gibi bazı hayvanlara mahsustur. Allah saklasın, ara sıra insanlarda da gözü kapalı doğan olur ama onların gözleri yedi gün sonra açılmaz.” diyebilecek?
Damat olmadan önce de Sadri’nin o yalıya gidip geldiğini söylemiştik ya. Sadri, bayram, kandil gibi resmî ve mübarek günlerde Dehrî Efendi’nin eteğini öpmek fırsatını hiç kaçırmazdı. Böyle her tebrik ve etek öpmek ziyaretinde Sadri oda kapısından içeri girerken belini olabildiği kadar kamburlaştırıp bacakları diz kapaklarıyla keskin bir zaviye teşkil edecek kadar kırdıktan sonra Amca Bey’in yürüyüşünü taklit eder gibi çağanozvari, yampiri bir yürüyüşle koşa koşa gider, o feyizli eteği yüzüne gözüne sürerek öper, efendinin ettiği tek ve hafif temannaya karşı -gövdesine verdiği o kargacık burgacık şekline hiçbir bozukluk vermeden ayakları geri geriye işler ve sağ elinde de- makineli tüfek ateşi gibi temanna atış talimidir gider. O acayip tornistan tavrıyla arka arka gide gide nihayet gidecek yer kalmaz, arkası duvara dayanır. Gene o durumda da bir zaman daha ayakta durur. Sonunda Dehrî Efendi