Ахмет Мидхат

Rikalda yahut Amerika'da Vahşet Âlemi


Скачать книгу

şarkının her ilk üç mısraları bizim musiki usulünce düyek yani marş usulünde bestelenmiş olduklarından onlar okunurken vahşiler âdeta muntazam adımlarla yürürler. Nakarat makamında olan son iki mısra ise âdeta bizim aksak usulünde bestelenmiş bulunduklarından bu mısralar okundukları zaman da dans ederler.

      Danslarında bizim zeybek oyunları gibi kâh bir diz ve kâh iki diz üzerine eğilmekten başka Garp oyunları gibi el çırpmak ve durumuna göre yere kadar eğilip doğrulmak dahi vardır.

      Fakat marş adımlarıyla yürümeleri de bir tür dans suretindedir. Zira bu meşk esnasında silahlarını gizli bir düşmana karşı kullanıyormuşçasına sallayıp bedenleriyle de farklı savaş hareketlerinde bulunurlar.

      Kurban merasimi bu defa da ertelenmekten kurtulduktan sonra Zak Maradangal savaştan önce eline almış bulunduğu bıçağı tekrar eline alarak kısa nağmelerle bir güfte okumaya başladı ki her mısrayı kurban ameliyatının bir cinsini icraya dairdi. Her mısrayı okudukça işaret ettiği ameliyatı da ona göre icra ediyordu. Hâlbuki Maradangal böyle her mısrayı okuyup ameliyatı icra ettikçe vahşîler “Uğurlu olsun ey fazıl!” kelimelerinden ibaret bulunan nakaratı tekrarla kıvıra kıvıra dans ediyorlardı. Maradangal’ın bu güftesi ise şu şekilde tercüme edilebilir:

      Aldım bıçağı elime,

      İsm-i mabudu dilime.

      Yardım şöylece sadrını,

      Açtım böylece bağrını,

      Çıkardım bak ciğerini,

      Anlayınız değerini.

      Bakın bakın, buna bakın!

      Bunu şu ağaca takın.

      İşte kurbanın kalbi de

      Mabudumuz kabul ede.

      Kafayı kesip ayırdım,

      İsm-i mabudu çağırdım.

      İşte kat’ ettim kolları

      Ağaca asın şunları.

      Ayakları kestim dizden,

      Mabut razı olsun bizden.

      Atın vücudunu nehre,

      Balıklar da alsın behre.

      Resm-i kurban oldu tamam,

      Mabûda bizden çok selam.

      Evvelce de denildiği gibi bu güftenin her mısrayı okundukça işaret ettiği ameliyat Maradangal tarafından icra olunduğu gibi, kabile halkına düşen hizmetler de yerine getiriliyordu. Yani kurbanın ciğeri ve kalbi evvelce ağaçlara çakılmış olan ağaç çivilere asıldığı gibi, başı ve kolları ve dizlerinden kesilmiş olan iki ayakları da böyle ağaç çivilere saplanmıştı. Aztek itikatlarınca bir şeye yaramayacak olan naaşı nehre atılmak için cemaatçe davranılıp, şişe geçirilen kuzu gibi bir büyük sırığa geçirilmiş olan malum naaş da iki üç adam tarafından kaldırılmış ve cemaat da nehre doğru yönelmişti.

      Bu kurbanın talihi gereği midir, nedir, naaş nehre götürülürken bir engel daha çıkmasın mı?

      Bu defaki engel ise nehir tarafından bir Avrupalı sandalının bu tarafa doğru gelmesinden ibaretti. Avrupalıların kullandıkları sandallarla vahşilerin imal ettikleri kayıklar arasındaki fark ne kadar uzaktan olursa olsun derhâl takdir edilemez mi? Birkaç adamın kucaklayamayacağı kadar kalın bir ağaç kovuğunun içi oyularak vücuda getirilmiş olan hantal bir tekne ile Avrupalıların muntazam ve boyalı sandalları ilk bakışta ayırt edilebileceğinden başka vahşiler yelken kullanmayı da hiç beceremiyorlardı. Kürekleri bile birer tahta parçasından ibaret olduğu ve bunları başlıksız olarak yani suyu kepçe ile karıştırırcasına kullandıkları hâlde, gelen sandal ise bir Latin yelkenini epeyce şiddetli rüzgârlarla şişirmiş olduğu hâlde geliyordu.

      Sandal içinde kimler bulunduğunu görmeye yelken engel oluyor idiyse de, kimler bulunduğunu görmeye ne gerek var! Besbelli ki Avrupalıların, hem oraya yaklaşan Avrupalıların yalnız böyle küçük sandal ile gelmiş olmaları ihtimalden uzaktı. Mutlaka bir büyük gemiyle gelmiş olacaklarını da göz önünde bulunduran Aztekler bu işin içinde beyaz adamlar tarafından yine bir hücuma, bir felakete uğramak tehlikesi bulunduğunu derhâl anladıklarından ellerindeki naaşı yere bıraktıkları gibi her biri ormanın bir tarafına çekildiler. Oradan vukuatı izlemeye başlayıp, kaldılar.

      Gelen sandalsa rüzgârın öyle bir süratiyle kontrolden çıktı ve yarısına kadar nehrin sahiline saplanarak bir tarafına devrildi.

İntiha-yı Kitâb-ı Evvel 5

      İKİNCİ KİTAP

“Miss Johnsonser”

      1

      Yelkenli sandal yelken kuvvetiyle yarıya kadar düz sahil üzerine fırlayıp bir tarafına devrildiği zaman Missouri Nehri sahilindeki Az-tekler mabedini teşkil eden üç beş dönümlük açık ve temiz orman sahasında vahşilerden hiçbir kimse kalmamış ve ortalık tamamıyla tenhalaşmıştı. Her ağacın arkasına gizlenmiş bulunan vahşilerin yalnız burunları gözüküyordu. Ancak tüm diğer beden azalarını ağacın dalları ile siper ederek gizledikleri hâlde meydanda kalan burunlarının yukarı ucu hizasında birer tek parlak gözleri de pür dikkat sandala yönelmişti. Dolayısıyla sandal, etraftan kendine doğru çevrilen yüzlerce göze hedef olmuştu. Bu hâlde sandaldan karınca çıkacak olsa dahi Azteklerin dürbün gibi gören gözleri onu bile göreceklerdi.

      Çıka çıka sandaldan gayet genç ve güzel bir kız çıkmasın mı?

      Evet, bir kız! Sandalın içinde kızdan başka kimse yok! Hatta bu kızcağız o kadar perişan bir hâl ve tavırla çıkmıştı. O derecelerde hâlinden bezmişti etrafına bile bakamıyordu. Bundan da anlaşılıyordu ki kız buraya kendi isteğiyle değil; kazara gelmişti.

      Kız, şöyle etrafına yüzeysel bir göz gezdirdikten sonra sandala dönüp onu tekrar nehre sürükleyip yüzdürmek için iki güzel elleriyle küpeştesine yapışarak ve nahif vücudunun ağırlığından da istifade için minimini ayaklarını kumlar üzerine basıp vücudunu nehirden tarafa çevirerek sandalı kımıldatmaya çalıştıysa da kendi güzel kollarındaki kuvvetin ve nahif vücudundaki ağırlığın yetersizliğinden sandal yerinden bile kımıldamamıştı.

      Birkaç defa tekrar ettiği bu boş hareket biçare kızı ümitsizliğe düşürdü. Sandalı tekrar terk ederek yine etrafına bakınmaya başladı. Bu defa hem etrafına bakıyor hem de güya basacağı yerler ateş imişler de ayaklarını yakacaklarmış gibi bir korku ve endişeyle adımlar atıyordu. Atacağı adımları istikametle atabilmesi için buraları bilmesi gerekir. Oysa böyle bir durum söz konusu değildi. Bu kız, hangi tarafa üç beş adım atacak olsa, güya daha ilerisi daha korkunçmuş gibi bu defa da başka tarafa yöneliyordu.

      Dikkat edilecek durumlardandır ki zaman gündüz olduğu hâlde kızcağız sanki bir karanlık gecedeymiş de bir adım ilerleyecek olursa kim bilir ne gibi korkunç şeylerle karşılaşacak. Dolaysıyla her adım attıkça kollarını ön veyahut yan taraflara doğru atarak tehlikeli bir şeyin bulunup bulunmadığını yokluyormuşçasına birtakım garip hareketler de gösteriyordu.

      Öyle bir an oldu ki kızcağız yorgun ve perişan hâliyle korku ve endişeyle bulunduğu yerde âdeta buz kesilerek donakaldı. Eğer saçları düzgün bir şekilde taranıp büklüm büklüm bağlanmamış ve doğal hâllerine bırakılmış olsalardı, kızcağızın ürpermiş bulunduğu anda ihtimal ki başındaki saçlar kamış gibi dimdik dikileceklerdi.

      Bu