idare ederken ve toplumda yerini aldığında çok işine yarayacak bir sürü şey öğrenirsin. Bu şekilde bir iki tane düzgün ve saygıdeğer arkadaş bile edinirsin. Bütün zamanını biz kızlarla geçirerek hiçbir yere varamazsın.”
Baoyu bu konuşmadan hiç hoşlanmadı.
“Sen de gidip başka birinin yanında otur, küçük hanım.” dedi. “Senin gibi düzgün ve saygıdeğer birisinin burada kirlenmesini istemem.”
“Onu ikna etmeye çalışma, küçük hanım.” dedi Xiren. “Geçen sefer Bayan Bao da denedi, duygularına bile aldırmadan, ona da böyle kaba davrandı. Kızın daha lafı bile bitmeden kalkıp odadan çıktı. Zavallı Bayan Bao! Utancından kıpkırmızı oldu. Ne diyeceğini bilemedi. Neyse ki Bayan Lin değildi. Yoksa ağlamalar, meseleyi uzatmalar, neler neler olurdu! Bu gibi durumlarda Bayan Bao’nın tavrına gerçekten hayranım. Bir süre durup kendisini toparladı, sonra sessizce odadan çıktı. Ben kırıldığını düşünüp çok üzüldüm. Ama sonra hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Tam bir hanımefendi, iyi huylu ve hoşgörülü. İşin komik tarafı, o zamandan beri küçük bey ondan uzak duruyor. Hâlbuki her zaman tepeden bakan ve onu hiçe sayan Bayan Lin olsaydı, etrafında dolanıp özür üstüne özür dilerdi.”
“Sen hiç Bayan Lin’in böyle saçma sapan şeyler söylediğini duydun mu?” dedi Baoyu. “Yapsaydı, onunla olan ilişkimi çoktan keserdim.”
Xiren ve Xiangyun başlarını sallayarak güldüler.
“Demek ‘saçma sapan’ öyle mi?” dediler.
Daiyu, Xiangyun geldiğine göre, Baoyu’nün hiç zaman kaybetmeden ona altın Tekboynuz’dan söz edeceğini tahmin etti. Bu onu birtakım düşüncelere soktu. Son zamanlarda Baoyu’nün anlattığı ve kendisinin de hevesli bir müşterisi olduğu aşk hikâyelerinde, kahramanları bir araya getiren şey, her zaman ya bir süs eşyası ya küçük bir giysi ya bir çift muhabbetkuşu veya Zümrüdüanka takısı, bir yüzük, altın bir toka, ipek bir mendil ya da işlemeli bir kuşak oluyordu. Bu talihli kişilerin kaderi ve ilerideki mutluluğu bu tür ıvır zıvıra bağlı olduğundan, Baoyu’deki altın Tekboynuz’un da kendisinden ani bir şekilde kopup, Xiangyun ile birlikteliğinin başlangıcı için bir vesile olabileceğini sanması doğaldı. Baoyu ve Xiangyun de okuduğu o aşk hikâyelerindeki bütün güzel şeyleri yapacaklardı. Bu endişeler içinde gizlice Kızıl Neşe Avlusu’na doğru gitti; ikisinin birbirlerine nasıl davrandıklarını görmek ve kendi hareketlerini ona göre şekillendirmek niyetindeydi. Tam içeri girmek üzereyken, Xiangyun’ün Baoyu’ye toplumsal zorunluluklar üzerine verdiği dersi ve Baoyu’nün de ona “Kuzen Lin böyle saçma sapan şeyler söylemez; yapsaydı, onunla olan ilişkimi çoktan keserdim.” dediğini duydu. Mutluluk, dehşet, üzüntü ve pişmanlık karışımı duygular sardı her yanını.
Mutlu oldu çünkü demek ki onun hakkındaki düşüncelerinde yanılmamıştı. Onu her zaman gerçek dostu olarak görmüş ve haklı çıkmıştı.
Dehşete kapıldı çünkü eğer kendisini başkalarının yanında böyle açık açık övüyorsa, içtenliği ve sevgisi önünde sonunda şüphe uyandırıp, yanlış anlaşılacaktı.
Pişmanlık duydu çünkü eğer kendisinin gerçek dostuysa, o zaman kendisi de onun gerçek dostuydu ve ikisi mükemmel bir uyum oluşturuyorlardı. Madem öyle, neden hep “altın ve yeşim taşı” lafları ediliyordu? Bütün bu konuşmalar olmak zorundaysa, neden altın kolye Baochai yerine kendisinde değildi?
Üzgündü çünkü annesi ve babası çok erken yaşta ölmüştü ve kalbine gömdüğü duyguları konusunda danışabileceği hiç kimsesi yoktu. Ayrıca son zamanlarda başı dönüp duruyordu ve hastalığı onu giderek daha çok etkiliyordu; doktorlar zayıflığının ve kansızlığının bir verem başlangıcı olabileceğini söylüyorlardı. Dolayısıyla Baoyu’nün gerçek aşkı olsa bile, onu bekleyemeyeceğinden korkuyordu. Birlikte olsalar da Baoyu onun kaderini değiştiremezdi.
Böyle düşünürken yaşlar yanaklarından aşağı süzülmeye başladı. İçeri girecek hâlde olmadığını hissederek, geri döndü.
Baoyu üstünü değiştirmiş, evden çıkıyordu. Daiyu’nün önünde ağır ağır yürüdüğünü görünce hareketlerinden gözyaşlarını sildiğini anlayıp hızla ona yetişti.
“Nereye gidiyorsun, kuzen? Yine mi ağlıyorsun? Bu sefer kim canını sıktı?”
Daiyu dönüp bakınca Baoyu olduğunu gördü.
“Çok iyiyim.” dedi zoraki gülümseyerek. “Niye ağlayayım ki?”
“Baksana hâline! Yüzün hâlâ ıslak. Neden yalan söylüyorsun?”
Gözyaşlarını silmek için içgüdüsel olarak elini uzattı. Daiyu birkaç adım geriledi.
“Delirdin mi sen? Kafanı kopartırlar! Ellerine hâkim ol!” dedi.
“Affedersin. Duygularıma kapıldım. Kafam hiç aklıma gelmedi!” dedi Baoyu, gülerek.
“Unutmuşum.” dedi Daiyu. “Kafanı kaybetmen bir şey değil. Asıl önemli olan altın kolyeyi ve Tekboynuz’u kaybetmemek!”
Bu sözler Baoyu’yü deli etti. İyice yanına yaklaştı.
“Beni lanetlemek için mi böyle konuşuyorsun? Yoksa kızdırmak mı istiyorsun?”
Son kavgalarını hatırlayan Daiyu düşüncesizce bu konuyu yeniden açtığına pişman olup, kendisini affettirmeye çalıştı.
“Tamam, sinirlenme. Öyle söylememeliydim, o kadar önemli değil! Şu hâline bak! Alnındaki damarlar şişmiş, yüzün ter içinde.”
Böyle diyerek uzanıp terini sildi. Baoyu bir an hiç kıpırdamadan ona baktı.
“Merak etme!” dedi sonra.
Daiyu de bir süre sessizce ona baktı.
“Neden merak edeyim?” dedi sonunda. “Seni hiç anlamıyorum. Ne demek istediğini açıklar mısın?”
Baoyu iç çekti.
“Gerçekten anlamıyor musun? Bunca zamandır sana karşı olan duygularımda yanılmış olabilir miyim? Ben de senin duygularına giremediysem, sürekli olarak bana kızıp durmana şaşmamak gerekir.”
“Ama ‘merak etme’ diyerek neyi kastettiğini gerçekten anlamıyorum.” dedi Daiyu.
Baoyu tekrar içini çekip başını salladı.
“Dalga geçme, sevgili kuzen! Benim ne dediğimi anlamadıysan, sadece sana olan duygularımda yanılmakla kalmam, senin duyguların da boşa gitmiş demektir. Öyle çok endişeleniyorsun ki kendini hasta ediyorsun. Her şeyi bu kadar ciddiye almasan, hastalığın da gün geçtikçe kötüleşmezdi.”
Daiyu yıldırım çarpmışa döndü. Âdeta zihnini okumuştu; iç organlarını çıkarıp önüne koysaydı, ancak bu kadar iyi görebilirdi. Şimdi ona söylemek istediği bin tane şey vardı ama çok istese de tek kelime bile edemiyor; sessizce yüzüne bakıp ahmak gibi dikiliyordu.
Baoyu’nün de söyleyeceği binlerce şey vardı ama o da sesini çıkarmadan Daiyu’ye bakıyor, nereden başlayacağını bilemiyordu. İkisi böyle birbirine bir süre baktıktan sonra, Daiyu derin bir iç geçirdi. Gözlerinden yaşlar süzüldü ve arkasını dönüp yürüdü. Baoyu arkasından koşup elbisesinden yakaladı.
“Kuzen, dur bir dakika! Bir şey söylememe izin ver.”
Daiyu bir eliyle gözlerini silerken, diğeriyle de Baoyu’yü itti.
“Söyleyecek bir şey yok. Ne diyeceğini biliyorum zaten.”
Böyle dedikten sonra hızla dönüp gitti; arkasına bile bakmadı.