köşedeki kitaplığa bakıp ablamı ve onunla zaman zaman yaptığımız didişmeleri ve hızla akıp giden zamanın onda yarattığı sorunla yüz yüze gelince içimdeki bulantıyı en rahatsız edici şekliyle duymaya başlıyorum! Kurallarını bizim koymadığımız garip bir oyunun içindeymişiz gibi bir hisse kapılıyorum.
Babam oturduğu yerde büzülüp içine dönüyor ve içindeki kargaşayı tekrar yüzündeki donuk ifadenin arkasına gizliyor. Yüzüne dikkatle bakınca, belki de anlattıklarının etkisi ile ablama benzediğini fark ediyorum. Yüzü iri ve uzun, çıkık geniş çenesinin ortasında belirgin bir gamze var, gözleri iri ve çekik. Alnına dökülmüş saçları beyaz dalgalı ve hâlâ çok gür. Duvarda asılı kara kalemle yapılmış resimdeki dedeme de benziyor.
“Baba…” diyorum onu uykusundan uyandırır gibi yavaşça. “Ablam da çok ilgili değildi hayatıyla, dersleriyle, senin bunda ne suçun var?” Sesini çıkarmadan, azaldığı için iyice titreyen mumun alevine bakıyor. “Çok yalnız yaşadı, hem de yaşına yakışmayacak kadar. Kendi geleceğini değil boş odalarda erken ölen annemi aradı hep!” diyorum.
Babam gözleri açık bir ölü gibi otururken beni dinleyip dinlemediğini ve söylediklerimi anlayıp anlamadığını bilmiyorum. Bunu anlamam için sözlerime tepki vermesini bekliyorum üşüyerek. Donuk bakışlarını titrek mum alevinden alarak yüzüme dikiyor.
“Hem herkes kendi hayatından, önce kendisi sorumlu değil mi?” diyorum.
Bakışlarının canlanıp sertleştiğini fark ediyorum. Söylediğim sözlerin memnuniyetsizliği yüzünde dolaşıyor sanki. Bana öyle bakmasından hiç hoşlanmıyorum!
“Tabii ki öncelikle herkes kendi hayatından sorumlu. Fakat hayat, çocuklar ve gençler için her yana mayınların döşendiği, renk renk çiçeklerin, ağaçların boy verdiği bir kır yerine benziyor. Çocuklar ve gençler, bu görüntünün en zalim en acımasız kısmını ne yazık ki göremiyorlar. Çiçeklerin, çimenlerin diplerine gizlenmiş mayınlardan habersizler. Ne zaman ki o acımasız demir parçaları ayaklarının dibinde patlayıp etlerini sağa sola savurduğunda hayatın acımasız yüzü ile karşılaşıyorlar. Defalarca bu mayınlara basmış, bazen ruhları, bazen bedenleri parçalanmış biz büyükler, ayağımızın altındaki bunca tehlikeye rağmen çocuklarımızı yeterince koruyamıyor, onları bu tehlikelerden haberdar edemiyoruz. Bizim görevimiz onların habersiz olduğu, göremedikleri o mayınlara basmamalarını sağlamak ve bunun için çaba göstermek. Ben bu çabayı, özellikle ablan için az gösterdiğimi anlıyor ve kendimi hiç affetmiyorum. Oysa ona daha çok zaman ayırmalıydım. Cebinde parası olan meslek sahibi bir insan yapmalıydım. Bunu yapamadığıma yanıyorum. Sen erkeksin oğlum, okulunu bitirdiğinde iyi kötü bir işin, mesleğin olacak, bu çok önemli. Kadın olmanın zorluğu ayrı bir şey, bunu onlar çok iyi biliyor; ben de ablandaki çaresizliklerde gördüm. Dünyayı kadın veya erkek diye ikiye ayırmak gerekiyor. Bütün yaşadıkları zorluklara rağmen dünya erkeklerin dünyası!”
“Yoksul erkekler, işsiz erkekler ezilmiyorlar mı baba?”
“Tabii ki eziliyorlar, ama kasları daha güçlü olduğu için çoğunlukla bunun hıncını evde kendilerinden daha zayıf olan kadın ve çocuklarından çıkarıyorlar!”
“Nüfus yoğunluğunun bu kadar fazla olduğu, özellikle yoksul ve gelişmekte olan ülkelerde herkese iş ve eğitim olanağı nasıl sağlanacak?”
“Onu ben bilemem, bildiğim, insanlar acı çekmeye geliyorlar dünyaya. Böyle bir şeye sebep olduğum için kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Ne yazık ki yaptığı haltı bilmeden yaşamışım bunca zaman; henüz suçundan habersiz diğer suçlu babalar gibi. Doğumundan ölümüne kadar insan binbir türlü tehlike ile boğuşuyor, bir de onu yanındakine muhtaç bir hayata mecbur etmek insafsızlıkların en büyüğü, suçların en büyüğü. Bu dertle öleceğim. Aslında ölmem önemli değil, ömrümün bu son döneminde ablanda yaşadığım çaresizlikler zaten beni yaşarken öldürmeye yetiyor!”
Babam konuşmaktan çok, konuştuğu şeylerin anlamlarından yorularak tekrar susuyor ve kocaman bir yalnızlığa dönüşüyor. Ablam için bu kadar çok endişelenmesini biraz abartılı bulmakla birlikte tekrar tekrar aynı sözü söylemesinin sadece yaşlılığa bağlı temelsiz bir karamsarlıkla da ilgisi olamayabileceğini düşününce içimi sıkıntı basıyor ve kendimi kötü hissetmeme yol açıyor.
“Kiracıya bugün evi boşaltmasını söyledim. Bana dün telefonda, ‘Dayanacak gücüm kalmadı.’ dedi. ‘Çocuklarımı o pisliğe bırakamam.’ dedi dün telefonda ağlayarak. Ona ne demem gerektiğini bilemedim oğlum!”
“Benimle niye konuşmuyor bütün bunları?”
“Seni bu işe karıştırmak istememesi seni düşündüğünden.”
“Beni düşünürken seni hiç düşünmüyor ama.”
“O aslında pek kimseyi düşünecek durumda değil, yanlış anlama ablanı. Gereksiz alınganlık yapma. Sen dikkatini okuluna ver, bitirmene birkaç ay kalmış, gereksiz yere zihnini dağıtma. Benim söylediklerimi de unut!”
“Sen böyle kıvranırken nasıl?”
“Sorun bende değil.”
“Biliyorum ablamda, ama sana karşı düşüncesiz davranması doğru değil.”
“Yanılıyorsun. Babasıyım benimle konuşmayıp da kiminle konuşacak. Lüzumsuz yere hem kendini hem beni yorma!” derken babamın sesi sinirli çıkıyor.
“Beceremiyorsa çıksın gelsin!” diyorum heyecanlanmış bir sesle.
“Zaten öyle olacağa benziyor. İşimiz bundan sonra daha da zor olacak. Onu ağlayarak gönderdiğim bu evden, iki kızı ile sorunları Arap saçına dönmüş olarak geri dönecek; konuşmalarından ben bu sonucu çıkarıyorum.”
Babam bu cümleleri söylerken, yüzündeki endişe geçen zamanla birlikte daha da artmıştı. Bir süre suskun kalarak yüzümdeki, yaşamın içindeki birçok tecrübeyi tatmamış gençliği seyrettikten sonra bakışlarını dışarıdaki inatçı ve hırçın yağmura çevirdi. Artık bir şey konuşmak istemeyecek kadar keyifsiz görünüyor ve bakışlarını benden ısrarla uzak tutuyor. Sonuna doğru hızla yaklaşan mum, biraz sonra tümden bitip bizi karanlığa gömecek.
“Gidip mum alayım.” diyorum.
“Acele etme, elektrikler belki gelir birazdan.”
“Acıkmadın mı baba, yoğurdunu yemek ister misin?”
Yüzüme hiç bakmadan sadece kırlaşmış kalın kaşlarını yukarı kaldırarak hayır anlamında bir işaret yapıyor ve başka bir şey söylememe fırsat vermeden yerinden doğruluyor ve sırtına aldığı battaniye ile sığınağına, yani yatağına doğru gölge gibi sessizce karanlığın içinde yavaşça yürüyerek gidiyor. Küllüğün içinde can çekişip iyice ölmeye yüz tutan mum ve cama vuran yağmurun sesi, bendeki mutsuzluğu kamçılayıp içimi bunaltıyor!
SEKİZİNCİ BÖLÜM
Gece boyunca yağan yağmur sabaha kadar hiç durmadı. Arada bir uyanarak sıkıntılı geçirdim geceyi. Babamın ısrarlı horlamaları bitecek gibi değil. Kulaklarım ve burnum üşüdüğüne göre hâlâ elektrikler gelmemiş ve kaloriferler yanmıyor. Yatağımın içindeki ılık tembellik, odamın içindeki soğuğa rağmen her yanımı kuşatmış durumda. Alaca bir karanlık var dışarıda ve insana pek cesaret vermiyor.
Akşam babamla yaptığımız o konuşmadan sonra huzursuz girdiğim yatağımda, dinlenemeden uyandığımı fark ediyorum. Gözlerimi kapatıyorum ve dışımdaki dünyayı sadece duyarak algılamaya çalışıyorum. Fakat babamın horlamaları o kadar fazla ki başka hiçbir