Muhammet Koçak

21. Yüzyıl Türkiye-Rusya İlişkileri


Скачать книгу

Ankara’daki Millet Meclisi komutasındaki yeni kurulan Türk ordusu, işgalci güçlerle (batıda Yunanlılar ve İtalyanlar, güneyde Fransızlar, doğuda Ermeniler ve Küçük Asya’daki diğer birçok cephede İngiliz birlikleri) mücadele etmek durumunda kaldı. 1922’ye kadar Anadolu ve Trakya’nın büyük bir kısmı yabancı işgalinden kurtarıldı. Yeni kurulan Meclis’in temsil heyeti tarafından Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile Türkiye bağımsızlığını kazandı, ekonomik kapitülasyonlara son verdi ve bazı istisnalar dışında, Misakımillî’de belirtilen toprak hedefleri gerçekleştirildi. Bağımsızlığın kazanılmasının ardından Mustafa Kemal, Osmanlı İmparatorluğu’ndan tepeden inme reformlar yoluyla Batılılaşmış bir yaşam tarzına sahip, homojen, laik bir Türk ulusu yaratmayı amaçladı.

      Bağımsızlık ve egemenlik için verilen diplomatik ve askerî mücadele, Türk stratejik kültüründe ve dış politikasında kalıcı bir Batı karşıtlığı refleksi bıraktı. Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı Devleti’ne dayatılan Sevr Antlaşması’na atıfla Sevr Sendromu olarak da adlandırılan ve Türkiye’yi bölmek isteyen iç ve dış mihraklara dikkat çeken bu anlatı Türk dış politikasında varlığını sürdürdü. Bu dinamiğe rağmen Türkiye’nin yeni cumhuriyetçi seçkinleri, Batı’yı medeniyetin merkezi olarak görmeye devam ettiler ve Türkiye’yi Batı uluslararası toplumunun saygın bir üyesi yapma hedefleri doğrultusunda bir politika da izlediler. Türkiye’yi Batı dünyasının dışında tahayyül edemeyen bu anlayış doğrultusunda Türkiye, İngiltere ve Yunanistan ile ilişkilerini yeniden kurarken Batı’ya yönelik devam eden kuşkular Sovyetler Birliği ile yaptığı iş birliğinde görülebilecek bazı taktiksel esneklikler sağladı.27

Sovyetler Birliği

      Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı koşullarda yıkılan Rus İmparatorluğu’nun yerine kurulan Sovyetler Birliği, Çarlık dönemi siyasi uygulamalarının temel yönlerini gerek iç gerekse dış politikada benimsedi. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin (RSDİP) Bolşevik fraksiyonu, o dönem Rus siyasi yelpazesinde uç bir unsurdu. Bolşevik fraksiyonu, işçilerin tam zamanlı devrimcilerin liderliğine duyulan ihtiyacını vurgulayan ve RSDİP’yi katı bir şekilde merkezîleştirilmiş bir yeraltı örgütüne dönüştürmek isteyen Vladimir Lenin’in liderliğine dayanıyordu.28 Ekim 1917’de Bolşevikler, çarın Mart 1917’de tahttan çekilmesinden sonra kurulan geçici hükûmete karşı bir darbe düzenleyerek yönetimi ele geçirdiklerini ilan ettiler. Bolşevikler bu “devrim”i Rus İmparatorluğu’nun sanayi kentlerinde hızla yayılarak 1905 Devrimi’nde önemli bir rol oynayan ve “Sovyet” olarak adlandırılan işçi meclisleri adına gerçekleştirdiklerini ilan ettiler. Bolşevikler köylülere toprak, askerlere barış ve Rus olmayan uluslara iktidarı ellerinde tutmaları için kendi kaderlerini tayin etme sözü vererek ve silahlı güç kullanarak halk tabanında kısa zamanda geniş destek toplayabildi.

      Mart 1918’de imzalanan Brest-Litovsk Antlaşması’yla Bolşevikler, Almanya’ya Rusya’nın Avrupa kısmında önemli miktarda toprak bırakarak Rusya’nın savaştan çıkmasını sağladılar. Bunun ardından iç savaşta Kızıl Ordu ile Rus İmparatorluğu topraklarının önemli kısmına hâkim olan Bolşevikler, işçiler adına tüm ulusun üretim araçlarına el koyarak 1922’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni (SSCB veya Sovyetler Birliği) ilan ettiler. Ekonomik araçların merkezîleşmesinin kıtlığa yol açmasıyla Lenin, sınırlı özel girişim ve yabancı yatırımı mümkün kılan Yeni Ekonomik Politika’yı (YEP) ilan etti. Bu sayede Sovyet ekonomisi bir nebze nefes alırken sınırlı ekonomik liberalleşme SSCB’nin o dönemde diğer devletlerle ilişkilerini de geliştirmesinin yolunu açtı. 1924’te Lenin’in ölümünün ardından Stalin, YEP’ten vazgeçecek ve “Tek Ülkede Sosyalizm” ilkesi çerçevesinde bir modernleşme programı ve dış politika tutumu benimseyecekti.

      Sovyetler Birliği’nin kuruluşunun ilk yıllarında yönetim kadrosundaki hâkim anlayışa göre rejimin hayatta kalması kapitalizme karşı küresel bir zafere bağlı olduğundan Lenin, bir dünya devrimini Sovyetler Birliği’nin ulusal çıkarlarından üstün görüyordu.29 O yıllarda 1919’da yabancı komünist partileri denetlemek ve yurt dışında propaganda yapmak üzere kurulan Komintern (Kommunistiçeskiy Internatsional-Komünist Enternasyonel) SSCB’nin merkezî dış politika aygıtıydı. Bu enternasyonalizm, SSCB’de küçük işletmelerin açılmasını sağlayan ve dış ticarete izin veren YEP ile dönüşerek daha uyumlu bir dış politika yaklaşıma yol açtı.30 Narkomindel’in (Narodnıy Komissariyat Vnutrennnih Del-İçişleri Halk Komiserliği) kurulmasıyla emperyalist ülkelerle yürütülen ilişkileri bu kuruluşun üstlenmesi ile Sovyetler Birliği, çift kanallı bir dış politika izlemeye başladı. Komintern, Batı’nın uluslararası düzenini yıkmayı amaçlarken Narkomindel, SSCB’nin çıkarlarını modern diplomatik düzlemde koruyacaktı. Stalin döneminde SSCB, siyasi ve ekonomik gücü yeniden merkezîleştirerek Çarlık döneminin dış politika anlayışını tekrar benimsemiş oldu. Dış dünyaya yönelik korku ve şüphe ile statü ve güvenlik elde etmek için açığa çıkan sürekli genişleme dürtüsü güçlü bir geri dönüş yaptı.31 Sovyetlerin Türk siyasi seçkinlerine yönelik şüpheleri ve Türk Boğazlarının Sovyet ana vatanının savunması için stratejik bir nokta olarak yeniden ortaya çıkmasıyla bu değişiklikler, Türkiye-Sovyet ilişkileri üzerinde önemli bir etkiye sahip olacaktı.

      İki Savaş Arası Dönemde SSCB-Türkiye İlişkileri

      Türkiye ve Sovyetler Birliği, Osmanlı ve Rus İmparatorluklarının daralmış topraklarını ve imparatorluk miraslarını devralan iki devlet olarak 1920’lerden itibaren ikili ilişkilerini yeniden inşa etmeye koyuldu. Bu iki devleti oluşturan siyasi kadrolar Batı’ya karşı giriştikleri siyasi ve askerî mücadelenin sonrasında yönetimi ele geçirmişlerdi. Türk Kurtuluş Savaşı birden fazla Batı devletine karşı verilirken Bolşevikler ise Batı sermayesine karşı savaşı bir tür devlet politikası olarak benimsemişlerdi. Dolayısıyla bu iki devlet bir anlamda Batı’ya karşı belli ölçüde ortak çıkarlara sahiplerdi. 1921’de Türk Kurtuluş Savaşı sırasında imzalanan Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması’nı doğuran etmenlerden biri de bu ortak karşı duruş oldu. İki ülke arasında varılan bu antlaşma ile sınır anlaşmazlıkları çözüldü ve Sovyetler Birliği, Ankara hükûmetinin ordusuna askerî ve mali yardım sözü verdi. Fakat yeni kurulan Ankara hükûmetinin Sovyetler Birliği ile ideolojik bir yaklaşım içerisine girmeye niyeti yoktu. Mustafa Suphi tarafından 1920 yılında Bakü’de kurulan ve Leninist bir program benimseyen Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) lider kadrosu, Anadolu’ya geldiklerinde Karadeniz kıyısı açıklarında katledildi.32 Birden fazla cephede mütevazı imkânlarla çetin bir savaş veren Ankara hükûmetinin başarısında Sovyetlerden gelen yardım ve bu ülke ile sınır anlaşmazlıklarının çözülmesi önemli rol oynadı. 1925’e gelindiğinde Türkiye’nin Batı ile problemleri devam etmekteydi. Musul Sorunu, Milletler Cemiyeti ve ilgili komisyonun kararı doğrultusunda İngiliz mandası olan Irak’a verilmiş İtalya, Anadolu toprakları üzerinde hak iddia etmekteydi. Benzer şekilde Almanya ile diğer Batılı devletler arasında savaş sonrası yaşanan yumuşama ve bu sürecin sonucunda imzalanan 1925 Locarno Antlaşması, Sovyetler Birliği’ni tedirgin ediyordu. İşte böyle bir ortamda Türkiye ve SSCB, Sovyet-Türkiye Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nı imzaladı. Bu antlaşma neticesinde taraflar birbirlerine karşı askerî ittifaklara girmeme sözü verdi.

      Siyasi sahada gerçekleşen ilerleme ticari ilişkilere de tesir etti. SSCB yönetimi Türkiye’nin ekonomisinin