Fahri Tuna

Osmanli Medeniyetinin Izinde 40 Şehir Portresi


Скачать книгу

fetheden; fethetmekle kalmayıp adeta yeniden inşa eden şehirler şehridir. Sinanpaşa Muradiye’nin küçük kardeşi, Mustafapaşa II. Bayezıd Külliyesi’nin ortanca kardeşi, Filibe’nin Cumayata Camii, Üç Şerefeli’nin amcaoğludur. Mostar’ın ağıtı gün olur Dar’ül Hadis’in minarelerinde sala olur okunur, Drama Köprüsü gün gelir türkü olur Meriç Köprüsü’nden söylenir. Bütün bu şehirlerin atası Edirne, banisi Sultan Murad Hüdavendigar’dır; Balkanlarda bir “şiir şehir” gösterin ki Sinan’ın eliyle Itrî’nin bestesi değmemiş olsun.

      Estetikle şiirin doyumsuz vuslatıdır Edirne, dünle yarının.

      Birer gerdanlık hükmündeki Edirne köprüleri, aslında Selimiye’ye, oradan da Mekke’ye, Kudüs’e, Bağdat’a, Urfa’ya, Konya’ya, Bursa’ya gönül köprüleri kurar. Her biri Anadolu şehrine serpiştirilse, o şehrin ulu camii olabilecek ruh, estetik ve cesametteki Edirne camileri, vakar, tevazu ve izzet duygularıyla karşılar gelenleri. Edirne’yi sevmek bir kültürü, bir tarihi, bir medeniyeti sevmektir. Edirne gönüllerde bir yanık sevda, bir tatlı huzur, bir derin tebessümdür.

      Edirne; bütün Rumeli’de hâkim olan, gitmekle kalmanın, sevmekle ayrılığın, hasretle vuslatın bıçak sırtı beraberliğidir.

      Dostluk şehridir, vefa şehridir, yâran şehridir Edirne.

      Mustafa Hatipler gibi Rıdvan Canım gibi şiir gönüller, Tayyip Yılmaz gibi, Cengiz Bulut gibi engin gönüller, Mahmut Eroğlu gibi Kemal Kılıç gibi cömert gönüller, Serkan Oltandiken gibi Recep Kozan gibi yiğit gönüller, Sedat Sayın gibi Tuba Yavuz gibi Gülay Alpagut gibi hikâye gönüller, Müberra-Rifat Gürgendereli gibi hayat edebiyat ve lezzeti bulamaç etmiş gönüller, Batuhan Kurt gibi belgesel gönüller, Behiç Günalan, Remzi Eskikaplan, Enver Şengül gibi estetik gönüller, Neriman Ekinci, Emre Çam gibi vefalı gönüller, Selene Cabalar, Yağmur Karadaş, Cevat Mert Çetin gibi genç ve yetenekli gönüller, Osman Almadık ve Arif Meriç gibi leziz gönüller şehridir Edirne.

      “Gittin ammâ ki kodun hasret ile Cânı bile

      İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı bile” diyor ya Edirneli şair Neşati Dede.

      Edirnesiz, Edirnelisiz, Edirnecesiz muhabbet, muhabbet değildir hükmümüzce.

      Edirne için sözlerin en güzelini üstadımız Süheyl Ünver Beyefendi söylemiştir zaten, başka söze ne hacet:

      “Her şey biter, Edirne bitmez!”

      Bitmeyecektir. Böyle biline bu!

screen_32_231_66

      Konya

Orta Anadolu’nun Başkenti

      Bereket şehir.

      Aydınlık şehir.

      Güneş şehir.

      Şems de Mevlânâ da Konevî de sizdeyse, ne olabilirsiniz ki başka.

      Işıyan ışıtan ışık şehir.

      Aydınlatan durulayan temizleyen şehir. Ülkede en çok turist çeken şehirlerden biri olması da bundandır elbet.

      “Bir” şehir. “Bir”e meftun, “Bir”e âşık, “Bir”e sevdalı şehir. Bir, birlik, dirlik şehri olması bundandır elbet.

      Kocaman bir ovanın ortasında, buram buram tarih, kültür, medeniyet kokan sokakların caddelerin merkezinde; adeta bir sultan tacı gibi bir yükselti, Alaeddin Tepesi. Bir süs, bir estetik, bir nefeslenme mekânı. Cami de orada gül bahçesi de. Huzur da orada ecdat da.

      Alaeddin Tepesi ne kadar dünse o kadar da bugündür. Bugündür ve yarındır. Yaşayan yaşanan yerdir orası.

      Dünün bugünün ve yarının aynı an, aynı zamanda buluştuğu şehrin adıdır Konya.

      Kimin başı dara düşse ilk yetişen şehir: 1999 Depremi’nde evi barkı yıkılanlara Adapazarı’nda evler yapıp mahalle kuran Konya’dır; çağdaş vampirlerce yakıp yıkılan Bosna’ya tramvayları hediye eden Konya’dır mesela.

      Düşenin dostu, ezilenin yoldaşı, garibanın arkadaşı şehirdir o.

      Gözün göremeyeceği, aklın alamayacağı, geometrinin ölçemeyeceği kocaman, koskocaman bir ovadır Konya Ovası. Hiç unutmam: On beş sene kadar önceydi. Karlı bir kış gününde, akşam vakti yaklaşıyorduk şehre kendi aracımızla. Ufuktan bize doğru gelen bir çizgiydi yolumuz. Git Allah git. Yok. Karşıdan bize doğru yaklaşan bir araç görüyorduk. Normalde üç beş dakikada karşılaşabildiğimiz türden bir araçtı. Beş dakika, on dakika, yirmi dakika, yarım saat… gelmiyordu bir türlü. Yol arkadaşım Faruk Şişman’ın şu sözlerini dün gibi hatırlıyorum:

      “Fahri Bey, lise kitaplarında okuduğumuz matematik problemleri var ya hani. “A noktasından 75 kilometre hızla giden araçla, B noktasından 90 kilometre hızla gelen diğer araç kaç kilometre sonra karşılaşırlar?” diye. O soruları bence Konya’da hazırlamışlar. Ne bu yahu. Yarım saat oldu, arabanın ışığı var, bir türlü karşılaşamadık daha.”

      Faruk haklıydı zahir. Hem de sonuna kadar.

      Konya sakin, huzurlu, çalışkan, sabırlı, mert, yiğit, vefalı insanlar diyarıdır.

      Bu kelimeleri rastgele dizdiğimi sanmayınız lütfen. Bir misal, üniversitede ev arkadaşım Ali Uyanık tipik bir Gonyalıydı. Zira Konyalılar kendilerini Gonyalı olarak tanımlar ve bundan gizliden gizliye mutluluk duyarlar. Destansı güzel günlerimiz geçmişti; hâlâ unutamam. Ekmeğimizi suyumuzu, açlığımızı acımızı, şiirimizi –ne şiiri, düpedüz saçma karalamalarımızı– paylaşmıştık Ali’yle. Boksördü Ali. Şairdi de. Ali Kemal diye bir şair kazanıyordu ülkemiz, olmadı olamadı. Neden bilinmez. Çok zeki ve çok yetenekliydi. Zaten sınıfımızın bir numarasıydı, “Alamanyalı” oldu sonra. Hayat yordu onu, hangimizi yormadı ki… kırk yıl sonra bugün bile hâlâ birbirimizi arar sorarız, hasret gideririz.

      Onun yakın arkadaşı “Epbab Ahmet” vardı. Evimizin hayatımızın neşesi Ahmet. Türkiye Tekvando Şampiyonu’ydu Ahmet. Üç beş ayda bir görünür, Ali’nin anneciğinin Gonya’dan gönderdiği sucukları pastırmaları getirirdi bize, sağ olsun. Ama geldi mi bir hafta on günden önce gitmez, getirdiklerinin yarısını da yer içerdi. Çok da güzel yemek yapardı Ahmet. Mert, yiğit, tertemiz bir delikanlıydı. İçi dışı birdi. Yüzüne bakınca arkasını görürdünüz. Her cümlesi “epbabım” diye başlardı. Cümleye kazara öyle başlamamışsa “epbabım” diye bitirdi. Lakabı da “Epbab Ahmet”ti bu yüzden. Ne çok yakışırdı bu kelime Ahmet’in ağzına, Ya Rabbim…

      İkisi tam Gonyalı ağzıyla “gonuşurlardı.” Ben de zevkle seyreder, dinlerdim. Ali, Ahmet’e takılırdı ara sıra: “Epbabım, getirdiklerini bitirmeden gitmeyi düşünmüyorsun herhalde?” Ahmet’in cevabı hazırdaydı, alır okurdu: “Epbabım, sporcu adamız biz. İyi beslenmemiz lâzım, değil mi ama!..” Gülüşürdük.

      Konyalı olmak yere sağlam basmak demekti. Konyalı olmak elindekini bölüşmek paylaşmak demekti. Konyalı olmak idealistçe, vatanı milleti bayrağı karşılıksız sevmek demekti. Konyalı olmak Allah’a bağlılık, ezana muhabbet, dine imana sevgi saygı demekti. Konyalı olmak şiire edebiyata düşünceye aşinalık demekti.

      Bütün bunları başta iktisat profesörü, tarım eski bakanı, MTTB’den ağabeyimiz Sami Güçlü Hocamızdan öğrendik ilkin. Ali Uyanık’ta da gördük yaşadık tevarüs ettik. Sonra sonra İbrahim Dıvarcı’da, Ahmet Kuş’ta, Ahmet Köseoğlu’nda, İsmail Köse’de, Ömer Bardakçı’da da gördük. Caner Arabacı’da, Hayri Erten’de, Duran Çetin’de gördük. Gördük bildik sevdik. Bir Konyalı her şeyden önce ve sonra, “birinci sınıf adam”dır.

      Türküleri