Zemzem, Fuji Mehmet, Mustafa Denizli gibi yıldız futbolcular da.
Futbolda İstanbul ve Ankara gibi Süper Lig’e beş güzide takım armağan etmiştir İzmir: Altay, Göztepe, Karşıyaka, Altınordu ve İzmirspor.
O bir “tekil şehir” değil, “çoklu şehir”dir. Çoklu, köklü, saklı. Yani derin, yani geniş, yani eski.
Siyasette de hep a kalite insanlar yetiştirmiştir demiştik. Şükrü Saraçoğlu da Osman Alyanak da Burhan Özfatura da onda yetişmişlerdir. Son yıldızları ise son Başbakanımız Binali Yıldırım’dır.
Pek bilinmez; Türk futbolunun “taçsız kralı” Metin Oktay, İzmir’in armağanıdır yeşil sahalara. Fenerbahçe’nin ağlarını yırtan Galatasaray golünün de sahibiydi o, ondan gol yiyen kalecilerin onurlandığı isimdi o. O goller atmadı aslında, resitaller sundu bir ömür tribünlere.
İzmir “yanık tenli insanlar” diyarıdır. Kumraldır, İzmir’e en çok yakışan renk kuşkusuz.
İktisat kadar, cumhuriyetle yaşıt uluslararası ticaret fuarı kadar, eğlencedir de İzmir; coşku, neşe, mutluluktur da.
Lezzeti de iyi bilir İzmirli, yemeyi içmeyi, giymeyi giyinmeyi de.
“İzmir Köfte” onların armağanıdır damaklarımıza.
Her şehir bir canlısıyla ünlüdür; Denizli horozuyla mesela. Trabzon denilince hamsi gelir akla. Van denilince kedi. İnsanına gelince; Sivas Yiğido, Erzurum Dadaş, Ankara Seymen’dir, Aydın Efe.
Ya İzmir?
İzmir kızlarının güzelliği ile bilinmiştir hep. Bunu, yüz değil; kalp, gönül, baht güzelliği olarak okuyalım biz.
Koyu, körfezi, iklimiyle de güzel şehirdir İzmir.
İnsanı, insanları, insancıllığı ile de güzeldir o.
Güzeller, güzellikler şehridir İzmir. Güzel şehrimizdir o bizim. Güzelliklerin İzmir’i.
Selanik
Nazlı şehir, köklü şehir, zengin şehir.
Selanik: Hep bayındır şehir, hep berceste şehir, hep ikincil şehir.
Hep önemli, hep yenilikçi, hep hareketli, hep muhalif, hep başkenti gözleyen, hep başkenti değiştirmeye çalışan şehir.
Makedon kralı Cassander’in M.Ö. 315’te kurduğu güzel şehir. II. Murat’ın 1430’da Osmanlı’ya kattığı şirin şehir. 482 yıl Osmanlı’nın en çok nüfus barındıran –İstanbul’dan sonraki– ikinci büyük şehir. Hıristiyan halka, Osmanlı’yla Müslüman Türkler eklenir, 1492’den itibarense İspanya’dan kovulan Yahudilere kucak açar Selanik; üç dinli, üç dilli bir “hoşgörü” şehrine dönüşür Selanik; ticaret alır yürür, kültür alabildiğince zenginleşir. Osmanlı Selanik’i birbiriyle “uyumlu” ve “kardeştir” ama, 1492’den beri “bizim garantörlüğümüzde” huzurlu yaşayan “Se-farad Yahudileri”ni, 1912’de bizim Selanik’ten çekilmemizden sonra “zor günler” bekler. Nitekim II. Dünya Savaşı sırasında 50.000 Yahudi Almanlarca Selanik’ten alınır götürülür, hâlen de gidenlerden bir haber yoktur…
Osmanlı’ya nice asker, nice devlet adamı, nice sanat adamı yetiştirir Selanik.
Türküler “bizi” söyler, “bizim şehirlerimizi” de… “Beş minare” Bitlis’tir, “Sarı gelin” Erzurum. “Sıla parası kazanmak” denilince Vardar Ovası’na Üsküp’e, “Hasan Piştovu atsa” Debre’ye gideriz; Yemen’in “huş”u, Drama’nın “köprü”sü, İzmir’in “kavakları” yakınımızda, ta şuracığımızda, gönlümüzde özel bir yerdedir.
Ya Selanik? Sahi Selanik nerdedir, nerededir? Onu da hüzünlü –sanki hangisi değildir– bir türkü deyiverir bize:
“Çalın davulları çaydan aşaya
Mezarımı kazın bre dostlar belden aşaya
Suyumu da dökün boydan aşaya
Aman ölüm zalım ölüm üç gün ara ver
Al başımdan bu sevdayı götür yara ver.”
1909-1912 tarihleri Selanik için de bizim için de dönüm noktalarıdır: İlkinde, Selanik Ordusu İstanbul’a gelip II. Abdülhamit’i “tahtından” indirir, ikincisinde ise Selanik, yüz yıldır geri alamamacasına “ikincilik tahtından” iner. Türküye devam edelim –artık okunan güzeller güzeli bir kızın mı, yoksa Selanik’in salâsı mı siz karar verin–:
“Selanik içinde salâm okunur
Selamın sadası bre dostlar cana dokunur
Gelin olanlara kına yakılır
Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver
Al başımdan bu sevdayı götür yara ver.”
Üşenmedim gittim gördüm: 482 yıllık bayındır Selanik’imiz-den bugüne neler kalmış diye, Mustafa Kemal’imizin doğduğu evle sahildeki kalenin bir burcu (beyaz kule) birkaç hamam ve minareleri yıkılıp müzeye ve konser salonuna dönüştürülmüş birkaç cami kalıntısından gayrı da bir şeyimiz kalmamış. Bayındır yine Selanik, yüzü hep Batı’ya dönük olduğundan mıdır nedir, –bizden ses sada yok– daha çok Varşova, Münih’in kötü bir kopyası gibi. Bizim gözümüzle de viran bir şehir. Türkümüze devam edelim:
“Selanik Selanik viran olasın
Taşını toprağını bre dostlar seller alasın
Sen de benim gibi yarsız kalasın
Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver
Al başımdan bu sevdayı götür yara ver.”
1912’de çekildiğimizdeki nüfus dağılımına bir göz atalım: “Yahudi 61.439 kişi, Türk (Müslüman) 45.889 kişi, Yunanlı 39.956 kişi, Bulgar 6.263 kişi, Roman 2721 kişi, genel toplam: 157.889 kişi.”
Balkan Harbi’nde Selanik ve çevresinden on binlerce Müslüman Türk Anadolu’ya göçmek zorunda bırakıldı, 1924 Mübadelesiyle on binlerce Müslüman Türk Anadolu Rumlarıyla takas edilerek İstanbul’a, Bursa’ya, İzmit’e, Adapazarı’na, Bilecik’e, Eskişehir’e, Kütahya’ya yerleştirildi. O ailelerin 3. kuşak çocukları bugün işbaşında.
Selanikliler her zaman politikada, ticarette, medyada, sanatta önemli yerlere geldiler. İpekçi ailesi örneğin, Halit Refiğ, Engin Cezzar, Hürrem Erman örneğin, Piyale grubu örneğin, Hüsnü Gürsel ve yüzlercesi örneğin.
Nikahı –zorunlu– Batı’da da olsa, sanki gönlü Osmanlı’yı, Türk’ü, Türk günleri özler gibidir Selanik’in. Öyle gelir her gidişimizde; öyle bakar bize, öyle uğurlar gibidir bizleri.
Yazıyı, –domuz eti yeme korkusuyla Selanik sahilinde balıkçı lokantası sorduğumuzda– bize gönülden yardım eden Yunan delikanlısına ettiğimiz sözle bitirelim:
“Teşekkürler Dimitri; sen en kısa zamanda Türkçeyi öğren, zira yakında gene geliyoruz, size çok lâzım olacak…”
Âh Selanik vah Selanik.
Bizim Selanik, bizden Selanik.
Bizim özlediğimiz Selanik, bizi özleyen Selanik.
Vuslat yaşamadan bir daha seninle,
Ölüm bizden uzak olsun Selanik.