AYDIN ALMILA

KADIM SEHRIN SIFRELERI


Скачать книгу

dağıldılar. Kaan bulduğu ilk koltuğa oturdu ve çantasından eline ilk geçen kitabı çıkarıp okumaya başladı. Okumak, kimseyle konuşmak zorunda kalmamak için iyi bir taktikdi. Ceren okuldan eve dönerken her zaman yaptığı gibi yine kulaklıklarını takıp müzik dinlemeye koyuldu. Ateş ise otobüsten inip tramvaya binecekleri durağı kaçırmamak için gözünü dışarıya dikti. Evine okul servisiyle değil de otobüsle döndüğü için diğerlerine göre daha deneyimli sayılırdı. Trafik yoğun değildi. Belki de henüz öğlen olmadığı içindir, diye kendince fikir yürüttü. Günün o saatinde hep okulda olurdu.

      Farklı şeylerle uğraşıyor gibi görünseler de aslında hepsi bir an önce Milion Taşı’nın olduğu yere ulaşmak ve ikinci şifreyi öğrenmek için sabırsızlanıyorlardı.

      Sultanahmet’e varıp tramvaydan inince, Kaan hemen aldıkları şehir planını açtı. İstanbul’un kimi noktalarının numaralandırılmış olduğu bu plan işlerine yarayacak gibiydi. Üçü de taşın yerini görmek için başlarını plana doğru eğdiler.

      Kaan parmağını bir noktaya koyup, “İşte burada!” dedi. Ayasofya’nın karşısındaki köşede, birkaç yolun kesiştiği noktadaydı. Başlarını şehir planından kaldırıp çevrelerine şöyle bir göz atmaları yeterli oldu. Yağmurun kesilip güneşin yüzünü göstermesini fırsat bilen birkaç turist taşın başındaydı. Kaan arkadaşlarına belli etmeden Sultanahmet’e daha önce geldiği hâlde Milion Taşı’nı fark etmediği için içten içe hayıflandı.

      O tarafa doğru yürürlerken Ateş, “Acaba ilk gelen ekip biz miyiz?” diye sordu.

      Ceren omuzlarını silkti. “Etrafta bizden başka öğrenci yok gibi görünüyor. Ya çoktan gelip gittiler ya da gerçekten biz hızlı davrandık. Tabii bir de üçüncü seçenek var. Yani şifreyi yanlış anlamış ve yanlış yere gelmiş olabiliriz.”

      Ateş cep telefonunu çantasından çıkarırken, “Umarım ikinci seçenektir.” dedi. “Burada fotoğraf çekinelim mi? Ne dersiniz?” diye sordu. “Hem buraya geldiğimizin kanıtı olur hem de hatıra…”

      Ceren yine omuzlarını silkti. “Neden olmasın.” Ardından Ateş’in elinden telefonunu alıp Milion Taşı’nın önünde bir fotoğrafını çekti.

      Fotoğraf çekme sırası Ateş’e gelince Ceren’le yer değiştirdi. Elindeki cep telefonu sanki profesyonel bir fotoğraf makinesiymiş gibi davranıyordu. Doğru açıyı yakalamak için bir ileriye bir geriye doğru hareket ederken biriyle çarpıştı. Adamcağız sendelemişti. Ateş’in sırt çantasına tutunup dengesini sağlayınca yere düşmekten son anda kurtuldu.

      O sırada yoldan geçen birkaç kişi dönüp ne olduğuna baktı.

      Ateş, “Affedersiniz! İyi misiniz?” diye sorarken adam telaşla, “İyiyim, iyiyim! Biğ şeyim yok!” dedi ve yürüyüp gitti.

      Ceren, “Adamcağızı neredeyse yere indirecektin.” diye söylendi.

      Ateş ise çarpışmanın bu kadar şiddetli olmasına bir anlam verememişti. Hızlı hareket etmiyordu ki! “Bana çarpan oydu!” diyerek kendini savundu. “Hem çantamı öyle bir çekiştirdi ki, yere inecek biri varsa o da bendim!” Sonra da konuyu değiştirmek için Milion Taşı’nı çevreleyen ahşap yola kazınmış şehir isimlerinden bazılarını ve tanıtıcı levhayı yüksek sesle okudu.

      O da bitince sabırsızlık içinde cep telefonunu kontrol etti. “Acaba biz mi Işıl öğretmene mesaj atsak?” diye sordu. Birkaç dakika öncesine dek kendine duyduğu güven yerini endişeye bırakmıştı. “Belki de gerçekten bir yerde hata yaptık.”

      Ceren, “Eğer öyleyse şifreyi yeniden gözden geçiririz.” diye karşılık verdi. “Hem benim daha iyi bir fikrim var. Burada durup endişe içinde beklemek yerine meydanın çevresindeki kafelerden birinde karnımızı doyuralım. Çünkü mesaj gelirse yemeğe fırsat bulamayabiliriz. Gelmezse zaten moralimiz bozulup iştahımız kaçacağı için yiyemeyiz. Yarışmayı düzenleyenler şifreyi çözüp buraya geldiğimizi görmüşlerdir mutlaka. Özellikle az önceki çarpışmadan sonra!”

      Ateş tam yine, ama bana çarpan oydu diyecekti ki, vazgeçti. Yüzüne yapmacık bir gülümseme yerleştirip, “Evet, tarihî mekâna biraz hareket katmanın iyi olacağını düşündüm!” dedi.

      Bu sözüne diğerleri güldüler. Bunun üzerine Ateş midesini ovalayıp, “Bir şeyler atıştırmak hiç de fena bir fikir değil.” diyerek Ceren’e katıldı.

      Kaan, “Benim bildiğim bir yer var ama meydanda değil.” diyerek parmağıyla ilerisini işaret etti. “Yukarıya doğru tramvay yolunu izlersek pek uzakta sayılmaz.” Ardından burnunu kaşıyarak, “Bir süre önce kuzenimle gelmiştim de…” diye itiraf etti. “Üstelik terasından Sultanahmet Meydanı görünüyor.”

      Ateş, “İyi fikir!” diye onayladı.

      Ceren, “Tam da terasta yemek yenecek hava ya!..” diye söylense de sorun çıkarmadan Kaan’ın peşine takıldı.

      Hep birlikte kısa bir süre yürüdüler. Tam Kaan, “İşte şurası…” diye işaret ediyordu ki, üçünün de arka arkaya cep telefonları titreşerek çaldı. Ateş sevinç içinde, “Işıl öğretmenden mesaj gelmiş olmalı.” dedi. Yanılmamıştı.

      Öğretmenleri şifreyi aktarmadan önce çocukları kısaca tebrik etmeyi ve ardından da yine “iyi şanslar” dilemeyi ihmal etmemişti. Ancak onları asıl ilgilendiren, mesajın şifreyle ilgili olan kısmıydı. Oradaki bir ağacın gövdesine dayanıp her biri kendi telefonundan sessizce ikinci şifreyi okumaya koyuldu. Aslında üçü de dâhiyane bir fikirle şifreyi hemen çözmek ve böylece diğerlerini şaşırtmak için can atıyordu.

      Ateş o birkaç satırı içinden defalarca okuduğu hâlde tek başına altından kalkamayacağını anlamıştı. Ceren ve Kaan’ın da sesleri çıkmadığına göre onların durumu da benden farklı değil demek ki, diye düşündü. “Burada böyle boşuna durmayalım.” diye söze girdi. “Hem bir şeyler yer ve ısınırsak, belki çözüme daha kolay ulaşırız.”

      Böylece Kaan’ın sözünü ettiği kafeye oturup hiç vakit kaybetmeden başlarında dikilen garsona siparişlerini verdiler.

      Kaan şifreyi yine kâğıda yazmayı önerdi. Bunun üzerine Ceren defterinden bir sayfa yırtıp şifreyi büyük harflerle cep telefonundan kâğıda geçirdi. Yan masadakilerin duymamasına özen göstererek yeniden okudu.

      Gün ışığında bulamazsın, tam 15 yüzyıldır kralsız olan sarayı.

      Sudan yükselir, heybetli mermer ağaçları.

      Sonu gelmezmiş gibi görünse de, 336’dır ağaçların sayısı.

      Olduğun yerden uzaklaşmadan yaklaş ona.

      Ama yaklaşınca dikkat et yılan kadar acımasız o kadına,

      Eğer dönmek istemezsen sonsuza dek kocaman bir taşa.

      Ateş, arkadaşlarına umutsuzluk dolu bir bakış attı. “Bu defa ipucu da yok.”

      Kaan, “Evet, ama şehir planımız var.” diyerek haritayı çıkarıp masaya yaydı.

      Ceren, “İlk satırdan başlayalım.” dedi.

      Kaan, “Gece aramamız gerektiğini mi söylüyor acaba?” diye sordu. “Ya da en azından hava karardıktan sonra…”

      Ateş ağzını bir tarafa yamulttu. “Belki geceleri ışıklandırıldığı için daha kolay fark edilen bir yerdir. Ama yine de gündüz görülmüyor olması anlamsız!”

      Ceren cümlenin kalanını okudu. “Bu kısmı işimizi kolaylaştırıyor. En azından aramamız gerekenin ne olduğunu söylüyor: Bir