sonra bir yandan atıştırıp bir yandan da çevrede şifreye uyabilecek yerleri düşünmeye koyuldular.
Ceren, “Yakınlardaki tek saray, Topkapı Sarayı.” dedi.
Ateş, “Öyle, ama Topkapı Sarayı 15 yüzyıl boyunca padişahsız kalmadı ki!” diye karşı çıktı. “Hem Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırıldığına göre 15 yüzyıl önce değil…”
Ceren, “Ancak 15. yüzyılda yaptırılmıştır.” diyerek sözlerini tamamladı. “Işıl öğretmen şifreyi gönderirken hata yapmış olabilir mi?”
Hiçbiri buna ihtimal vermedi. Bir süre sessizce yemeklerini yediler.
Ateş, “Diğer cümlelere geçelim.” diyerek sessizliği bozdu. “‘Sudan yükselir, heybetli mermer ağaçları.’ derken neyi kastediyor sizce?”
Ceren, “Belki sarayın denize yakın oluşunu…” diye fikir yürüttü.
Kaan, “Ama sayı vermiş.” diye karşı çıktı. “Topkapı Sarayı’nın bahçesinde 336 ağaç mı var yani?”
Ateş’e de Ceren’in fikri doğru gelmemişti. “Bir de son cümledeki şu ‘yılan kadar acımasız o kadın’ var. Görünen o ki üstün güçlere sahip!” Portakal suyundan kocaman bir yudum aldı.
Bu sırada Ceren yemeğini bitirip sırtını sandalyesine yasladı. “Eğer daha iyi bir fikriniz yoksa Topkapı Sarayı’na gidip bir göz atalım. Belki bizi şaşırtacak bir şeyle karşılaşırız.”
Ateş’le Kaan, Ceren’i başlarıyla onayladıktan sonra hiç zaman kaybetmeden beliren garsona hesabı ödeyip kalktılar.
Sultanahmet Meydanı’na geldiklerinde Ceren, “Turistlerin sayısı mı artmış yoksa bana mı öyle geliyor?” diyerek güldü.
Ateş başıyla onayladı. “Bu defa da turistleri izlersek bir işe yarar mı acaba?”
O sırada kalabalık bir grup rehberlerinin eşliğinde Sultanahmet Camii’ne yönelmişti. Kaan birden olduğu yere çakılıp kaldı. Gözleri heyecanla kocaman açılmıştı. “Buradan…” diyerek arkadaşlarını camiinin karşı tarafına sürükledi. Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nin önünde durunca arkadaşları soran gözlerle ona baktılar.
Kaan’ın müzenin önündeki tabelayı işaret etmesiyle Ceren’le Ateş’in yüzlerinin aydınlanması bir oldu. Müzenin adının altında İbrahim Paşa Sarayı diye yazıyordu.
Ateş, “Yani burası hem müze hem de saray mı?” diye sordu.
Ceren, “Demek ki yakınlardaki tek saray Topkapı Sarayı değilmiş.” diye hayretle mırıldandı.
Kaan, arkadaşlarını şaşırttığını görünce içten içe sevindi. Önceki geziden aklında işe yarar bilgiler kaldığı için de… “Hayır, aslında artık yalnızca müze…” diyerek Ateş’in sorusunu cevapladı. “Ama zamanında Kanuni Sultan Süleyman’ın sadrazamı olan İbrahim Paşa’nın sarayıymış. Ben gezdim burayı. Bahçesinde sudan yükselen ağaçlar yoktu ama yine de isterseniz girip bir göz atalım.”
Avlusunun güzelliğine ve sergilenen değerli eserlere rağmen müzeye girmeleriyle çıkmaları neredeyse bir oldu.
Ceren hayal kırıklığına uğramıştı. “Şifreyle örtüşen hiçbir özelliği yok.”
Ateş’in yüzüne buruk bir gülümseme yerleşmişti. “Eserlerin sergilendiği cam kutulardan birinde yılana benzeyen bir kadın heykeli dursaydı iyi olurdu.”
“Eee… peki şimdi ne yapıyoruz? Topkapı Sarayı’na mı gidiyoruz?”
Kaan’ın sorusuna diğerleri bir süre cevap vermediler. Sonunda Ateş, “Kitaplar olmadan bu işi beceremeyeceğiz anlaşılan.” dedi. “Önce bir kitabevi bulsak iyi olacak. Hem böylece zaman kaybetmemiş oluruz. Topkapı Sarayı’nın büyüklüğünü düşününce…”
Tramvay yoluna geri döndüklerinde Ceren, “Baksanıza!” diye heyecanla diğerlerini uyardı. “Durağın oradakiler… Size birilerini hatırlattı mı?”
Ateş bir an arkadaşının kimleri kastettiğini anlamak için gözlerini durağa dikti. Sırt çantalı küçük bir grup heyecan içinde gözleriyle çevreyi tarıyorlardı. Ardından, “Evet, hatırlattı.” dedi. “Bizi!.. Gerçi rozetlerini bu mesafeden ayırt etmek zor ama öğrenci oldukları kesin… Eğer onlar da hazinenin peşindelerse umalım da henüz ilk şifreyi çözmemiş olsunlar.”
Ceren’le Ateş konuşurken nedense Kaan’ın sesi çıkmıyordu. Ateş, “Kaan nereye kayboldu?” diye söylenirken ufak tefek çocuğun, küçük bir dükkânın önünde kartpostal seçen bir turist kafilesine karışmış olduğunu gördü. Kartpostal almanın tam da sırasıydı!
Kaan, Ateş’in söylendiğini duymuş gibi ona doğru baktı; gülümsüyordu. Arkadaşlarına eliyle gelmelerini işaret etti.
“Bakın ne buldum!” derken bir yandan da bol resimli bir şehir rehberinin kapağını gösterdi. “Yedi Günde İstanbul!”
Dükkân sahibinin turistlerle ilgilenmesini fırsat bilip aynı şehir rehberinden birer tane aldılar ve incelemeye koyuldular.
Ceren, “Sultanahmet ve çevresindeki yerleri paylaşıp okuyalım.” diye önerdi. Böylece her biri göz atacakları sayfaları belirlediler ve hızla işe koyuldular.
Az sonra Ceren, “Ayasofya’yla ilgili bilgiler şifreye uymuyor.” diye homurdandı. “Topkapı Sarayı ise gerçekten öyle büyük ve öyle çok bilgi var ki!.. Nedense en çok bilgi içeren yerler benim payıma düşmüş!.. Bir de Haseki Hürrem Hamamı var. Bana suyu çağrıştırdı. Ama kitapta hamamda yılan kadar acımasız bir kadın olduğuna dair bir ifade yok!” Umutsuzlukla omuzları düştü.
Kaan, “Üç yılanın birbirine dolandığı sütun!” diye mırıldandı. Ardından arkadaşlarına bakıp, “Sizce olabilir mi?” diye sordu. “Belki de bu yılanlar kadını çağrıştırıyordur!”
Ateş, “Nerede?” diye sordu.
“Meydanda! Meydandaki üç sütundan biriymiş.”
“Ben meydanda sadece iki sütun gördüm.”
“O ikisi yüksek oldukları için dikkatini çekmiş demek ki. Bir de aralarındaki Yılanlı Sütun var.” Kaan bir yandan hafızasını yokladı. Ancak Milion Taşı’nı hatırlamadığı gibi yılanları da hatırlamıyordu. Okumaya devam edince şimdi nedeni anlaşıldı, diye düşündü. “Yılanlı Sütun’daki yılanların kafaları artık yokmuş. Bu durumda görmüş olsak bile çağrışım yapmaması doğal.”
Ceren, Kaan’ı biraz da ürküten gözlerini kocaman açmış, çocuğu dinliyordu. “Tamam da hem gün ışığında görülüyor o sütunlar hem de adı üstünde sütun! Biz bir saray arıyoruz.”
Kaan başını yeniden kitaba eğip, “Belki de eskiden orada bir saray vardı!” diye ağzında geveledi. Ama hemen ardından, “Saray değil, hipodrom varmış.” diye düzeltti. Bu sırada Ceren’in onaylamaz bir tavırla başını salladığını görmedi.
Ateş’in dikkati dağılmıştı. Arkadaşlarını dinlemiyordu. Şehir rehberinin aynı sayfasını bir öne bir arkaya çevirip duruyordu. Yüzüne yavaşça bir gülümseme yayıldı. “Sıkı durun!” diye haykırdı. Öyle ki, yanlarındaki birkaç turist ne olduğunu anlamak için dönüp baktılar.
Ateş, “Şunu dinleyin!” diye devam etti. Bu kez sadece arkadaşlarının duyabileceği bir tonda konuşmuştu. “Her birinde 28 tane olmak üzere 12 sıra sütun, yani toplam 336 sütunlu bir yer! Öyle ki sütunlar bir ormanı hatırlatıyormuş!”
Ceren