“tanrıların” sergilemesi beklenen davranışlar ilk başta doğaüstü olarak görülmedi. Bunlar yalnızca, tarım için su temin etmek ve toprağı verimli hale getirmek gibi ölümlü hükümdarın bahşedebileceği türden iyiliklerdi. Ne zaman ki ölümlü hükümdarın güçleri kutsal bir taç ile ilahlaştırıldı (ve bilgi artışı, şöhretini borçlu olduğu bilimsel temelin çürüklüğünü ortaya çıkardı) işte o zaman ruhban sınıfı sahip olduğu popüler şöhretten gönülsüz bir şekilde vazgeçmek zorunda kalarak doğa olaylarının daha fazla desteklememeye başladığı tanrıların bu doğaüstü güçlerini kabul etmek zorunda kaldılar. Burası bilim ve dinin yol ayrımıydı ve o zamandan beri “tanrının” vasıfları mutlak suretle ve herkesin kabul edebileceği gibi insanüstü bir hale büründü.
Daha önce ifade ettiğim gibi libasyonun asıl gayesi, ölünün heykelini canlandırma ve böylelikle yalnızca ölümle kesilmiş olan varlığını sürdürebilmesini sağlamaktı. Bununla birlikte zaman içinde belirli tanrılar yavaş yavaş maddileştirilip heykeller tarafından temsil edilmeye başlanınca, bunlara ek olarak, arada sırada su bahşederken canlandırılmaları gerekiyordu. Böylece libasyon, ilaha tapınma eylemi haline geldi ve bu haliyle bizim çağımıza kadar pek çok medeni ülkede varlığını sürdürdü.
Suyun ölüyü diriltme aracı veya heykellerin ölüyü tasvir etme aracı olarak görülüyor olması ve bunun uygun bir tapınma biçimi olması önemli değildi. Madem ayin bir putu ve tanrının makamını temsil ediyordu, öyleyse yakarışları duyup cevap verebilmeliydi. Su ayrıca ritüelin canlanmasındaki herhangi bir eylemin asli bir parçası olmuştu.50 Buna ilaveten su vaftiz gibi hayat vericiliği sembolize etti. Bu başlangıç yeni bir inanç birliğini doğurdu. Suyun hayat verici özelliklerine ilişkin benzer düşünceler, diğer çok sayıda yolla, gemileri vaftiz etmek veya binaları kutsamak gibi pek çok yeni uygulamanın nüvesini teşkil etmede libasyonun kullanım alanlarının çeşitlenmesini sağlamıştır. Erken dönem Mısır inançlarına göre ölünün varlığının sürekliliğinin tamamıyla yaşayanların ilgisine bağlı olduğunu unutmamak gerekir. Bu canlandırma merasimleri yalnızca cenaze esnasında değil, sonrasında da belirli zamanlarda icra edilmedikçe ve merhumun yakınları belirli aralıklarla yiyecek ve içecek sunmadığı sürece ölünün varlığının süreklilik kazanması söz konusu değildi.
Bu inançların gelişmesinin daha pek çok açıdan geniş kapsamlı etkileri oldu. Bir taş heykelin canlandırılabileceği fikri nihayetinde, ölmüş insanın iradesiyle ayrılıp geri dönebileceği bir taş bloka girebileceği ve orada ikamet edebileceği anlamına gelecek şekilde genişledi. Mısır’dan dört bir yana yayılan bu inançlar; ölülerin, ataların, kralların veya ilahi kralların taş heykellerde ikamet ettikleri, bu kişilere nasihat ve tavsiye veren kâhinler olarak danışılabileceği fikrini doğurdu. Ölünün bir taş heykel içerisinde canlandırılabileceği fikrinin kabulü, şüphesiz ki insan zihninin, aksi halde insanların taşa dönüştürülebileceği düşüncesinin gelişmesine sebep olacak daha öte inançlara itibar etmesinin önünü açtı. Önümüzdeki bölümde, bu taşlaşma hikâyesinin nasıl geliştiğini açıklayacağım.51
İrlanda’dan Amerika’ya kadar dünyanın dört bir tarafında bulunan insanların ve hayvanların taş heykellerin içinde yaşamasıyla ilgili bütün bu mitlerin kaynağı, ölümün gizemini çözmek ve kaderi alt etmenin yollarını bulmak için Mısır’daki bu ilk girişimlere kadar geri götürülebilir.
İlk başlarda bu inançlar belki de yalnızca insanlarla ilgiliydi. Ancak süreç içinde, sayıları gittikçe artan çok sayıda türbe ve tapınak taze erzak temin etmek için insanların kaynaklarını vergilendirmeye yöneldi. Bu uygulama hayvansal besinlerin, sebzelerin ve ölünün diğer ihtiyaçlarının, model ve tasvir gibi eşyaların yerini almasıyla gelişti. Ölmüşün heykelini veya mumyasını canlandırmada kullanılan nesnelerle esasında aynı olan nesneler ve tasvirler bir ritüel vasıtasıyla hayatı veya gerçekliği yeniden düzenledi.52
Bu, sonradan Sör Edward Tylor’ın “animizm” olarak adlandırdığı olgunun açıklanmasında esas etkenlerden biri olsun ya da olmasın, dikkate alınmaya değerdir.
Hepsi değilse bile pek çok insanın evrimsel sürecinde içinden geçmiş olduğu kültür evresinden çok uzak olan bu dönemin, Mısır’da nihai şeklini alan bazı şeylerin yalnızca yapay bir kavrayışından, daha önce değindiğim özel sebeplerden dolayı oradan da bütün dünyaya yayılmış olması mümkün değil midir?
Bu görüşe karşı olmak bizim kendi çocuklarımızın animist bir üslupla konuşmasını teşvik etmiş olabilir. Ancak bu, bir dereceye kadar büyüklerinin bilinçsiz hareketlerinin sonucu değil midir? Daha ziyade, muğlak ve eksik tanımlanmış “insanbiçimcilik” fikrinin, etnologların “animizm”den anladıkları şeyden bir hayli farkı olan tüm konuşma diline zorunlu olarak dahil olmasından kaynaklı değil midir?53
Hangisi olursa olsun, ilk Mısırlıların “animizm”in kesin ve açık kendine has özelliklerini, ölünün mumyalarını ve heykellerini yapma girişimleriyle yiyecek ve cenazeye ait diğer gereçlerin sembolik sunumuyla şekillenen fikirlerin gelişmesi sonucu kazandığına şüphe yoktur.
Böylece söz konusu hayal ürünü bağışların gerçeğe dönüşebilmesini sağlayacak sihirli bir gücü olan bu inanç tesadüfen gelişmiştir.
Bununla birlikte, bu dönüşümün sahiciliğine olan inancın esasında doğa olaylarını yorumlama ve belirleyici etmen olarak kabul edilen hususları taklit ederek onları etkileme girişimine dayanan mantıklı ve doğal çıkarımlar olduğunun vurgulanması önemlidir.54
Çin’de bu düşünceler hâlâ ilkel etkisini ve ifadesindeki açıklığı büyük ölçüde sürdürmektedir. Çinlilerin “resimlerin ve heykellerin temsil ettikleri varlıkla özdeşliğine olan inançları”na gönderme yapan de Groot, kıvan shuk yani “büyülü sanat”ın “Çin büyücülüğünün ana şubesi” olduğunu ifade eder. Bu büyücülük esas olarak, “ruhun, hayatın ve varlıkların benzerliğine dair eylemlerin içine işlenmesinden oluşur. Böylece onları işe yarar bir hale getirmek için bunlar bazı doğrultularda arzu edilir (…) bu içine işleme, tasvirin üzerine üflenerek nefes veya su fışkırtılarak gerçekleşir. Aslında nefes ya da nefes dolu ağızdan gelen su yang ile, yani töz veya hayatla özdeştir.”55
Tütsü Yakma
Şu âna kadar yalnızca içki dökme geleneğini ayrıntılarıyla ele aldım. Ancak bu, heykellere ve mumyalara hayat vermek ve yiyecek sunmak için başvurulan birçok yöntemden yalnızca bir tanesiydi. Hâlâ tütsü yakma ve “ağzı açma” yöntemlerinin açıklanması gerekiyor.
Blackman’in eski Mısır dilindeki metinlerden yapmış olduğu tercümeden açıkça anlaşılmaktadır ki tütsü yakmak, yaşayan bedenin saygınlığını heykele (veya mumyaya) geri vermek için icat edilmiştir ve bu, heykelin canlılık kazanması için zaruri olarak değerlendirilen işlemin bir parçasıdır. Blackman, “tütsü yakmaya olan inanca (daha sonraları kaleme alınan bir belge olan Amon Ritüeli’nde açıklanmaktadır) günümüze kadar ulaşan, Eski Krallık dönemine ait dini metinlerde rastlanmadığını belirtir. Yine de bu gelenek, kuvvetle muhtemel o dönem kadar eskidir. Erman’ın görüşü kesinlikle bu şekildedir” (a.g.e. s. 75).
Sonrasında Blackman, Amon Ritüeli’nden ilgili pasajın tercümesini verir (XII, 11): “Tanrı vücudunun gözüyle tütsülenmiş, süslü bedeniyle, etinden yayılan