başka bölgenin yerlileri, hayvanın üreme sürecinde erkeğin dölleyici olarak fizyolojik bir role sahip olduğunun farkında değildir.43
Dünyanın pek çok yerinde, bu temel fizyolojik bilginin insanlık tarihinin çok yakın dönemlerine kadar bilinmediğini gösteren çok çeşitli bulgular vardır.
İnsanlar hayvan yetiştiriciliğine başlayana kadar hayvanların üreme fizyolojisiyle ilgili bu temel gerçeklerin bilinmiyor olduğuna inanmak güçtür. Mısır hiyeroglifleri ilk resim yazısının geliştirildiği dönemde bu bilgilere sahip olunduğuna ilişkin şüpheye yer bırakmayacak kanıtlar sunar. Zira “yaratmak” fiili erkek cinsel organıyla resmedilmektedir. Ancak, hayvanların evcilleştirilmesi, tarımın icadından önce gerçekleştiğinden dolayı erkek hayvanın dölleme yetisinin, suyun dölleme yetisi hakkındaki biyolojik teoriden çok daha önce biliniyor olması kuvvetle muhtemeldir.
Suyun kendisine dölleyici özelliklerin yüklendiği daha geniş bir genellemenin kapsamı içine, hayvanların sperm yoluyla üreyebildiği bilgisinin kesinlikle alınması gerektiğini ileri sürmek için bu meseleyi ele aldım. Tıpkı suyun toprağı döllediği gibi sperm de dişiyi döller. Su bitkilerde hayatın devam etmesi için zaruri olduğu gibi, hayvanların içmesi için de şarttır. Hem toprak hem de kadın su tarafından döllenebildiğinden, bunlar birbirleriyle eşdeğer kılındılar. Toprak; kadın, yani Ulu Ana olarak kabul edilmeye başlandı.44 Dölleyici su, Osiris’in şahsında kişileştirilemeye başlandığında Osiris’in eşi İsis, su tarafından döllenen toprakla özdeştirildi.45
Bir krala ait en eski tasvirlerden birinde kral, sulama kanalının açılışında çapa kullanırken resmedilmektedir.46 Bu, bilgi hükümdarın sıradan, cömert bir davranışıydı. Belirli bir lider etrafında örgütlenen ilk toplumların bunu, sistemli bir şekilde suyun kontrol edilmesine duyulan ihtiyaçtan dolayı yapmış olmaları pek muhtemeldir. Her halükârda Mısır’ın ve Sümer’in ilk hükümdarları esas olarak su kaynağının hâkimleri, düzenleyicisiydi; buna bağlı olarak da bereket ve refah getirenlerdiler.
İnsanlar ölümün her şeyin sonu olmadığı,47 yani bedenin ve bilincin yeniden diriltilerek eski haline getirilebileceği inancını bir kez geliştirdiklerinde, hayattayken cazip hizmetler sunan bir hükümdarın ölümden sonra da danışma mercii olmaya devam etmesinin istenmesi normaldi. Böylesi bir adamın şöhreti zamanla artacak, hayırlı işleri ve gücü ilahlaştırılacaktı. Öğütleri aranan, mezardayken bile medet umulan bir kâhin haline gelecekti. Başka bir deyişle, ölü kral tanrısallaştırılacak veya hiç olmazsa hayattayken bahşedebildiğinden çok daha fazlasını ihsan etme kudretine sahip olduğuna inanılacaktı.
İlk “tanrı”nın ne Osiris olması ne de suyun hâkimi ve özellikle tarımla uğraşan sıfatlarına sahip olması tesadüftür. Ayrıca onun, ileri sürdüğüm sebeplerden dolayı, eril özelliklere sahip olması ve bizzat kendisinin eril üreme gücünün simgesi olarak kabul edilmesi şaşırtıcı değildir.48
Tütsü yakma ve libasyon ayinlerinin kökenini açıklarken bir şeyin farkına varılması çok önemlidir. İlk ilahlar aslında dini inancın bir dışavurumu olarak değil, aksine doğa olaylarının bilimsel olarak açıklanması sonucunda meydana gelmişlerdir. Bu, hayatın pratik faydaları için geliştirilen, zamanın hâkim bilimsel teorisinin mantıksal bir izahıydı. Diğer bir ifadeyle bu, bilge hükümdarın ölümünden sonra da nasihat ve yardımından faydalanmak için geliştirilen bir yöntemdi. Bu, özünde faydacı siyaset ve uygulamalı bilimle ilgili bir meseleydi. Bu yöntem, gelişmiş bilimin ilkel bilimsel teorilerin yerini alıp bunları insanoğlunun düşüncelerini ve arzularını beslesin diye teselli edici gelenekler seviyesine indirdiği zaman dini bir mesele oldu. Çünkü bu bilimsel teorilerin doğruluğu sorgulanmaya başlayıncaya kadar bunlar ısrarla geçerliliklerini korumuş, ölümden sonraki hayata ilişkin inancın kurulmasında önemli bir dayanak olarak görülmeye başlanmıştı. Bu avutucu inanç, hiçbir gücün söküp çıkaramayacağı bir manevi öğretiler ağıyla ve ümitle örülmüştü. Aslında temellerini teşkil eden dayanağın birkaç bin yıl önce çürümesi ve unutulmasına rağmen bunlar çok uzun süre varlıklarını korudular.
Osiris’in doğduğu yer bilinmemektedir. Mısır haricindeki başka coğrafyalarda kesinlikle aynı düşüncenin tezahürü olup aynı kaynaktan doğan Ea, Tammuz, Adonis ve Attis gibi benzer ilahlar vardır. Bazı çağdaş yazarlar Osiris düşüncesinin çekirdeğinin, Mısır’a dışarıdan getirildiğini düşünmektedir. Öyle olsa bile, kökeninin neresi olduğu hakkında hiçbir şey kesin değildir. Buna karşın, Osiris’in kendine özgü gerçek kişiliğinin ve karakterinin Mısır’da geliştiğine şüphe yoktur.
Öne sürdüğüm sebeplerden dolayı tarımda sulamanın önemi, Babil ve Mısır gibi kimi yerlerde tahılın evcilleştirilmesine kadar anlaşılmadı. Babilli Ea’nın, İran Körfezi yoluyla başka bir coğrafyadan geldiğini kesin olarak gösteren bir efsane vardır.49 Tammuz’un erken dönemleri ise gizemini korumaktadır.
Güneybatı Asya veya Kuzeydoğu Afrika’da bir yerlerde tarım becerisi muhtemelen birkaç yıl içinde gelişti. Bazı bilimsel kuramcılar, tahılın evcilleştirilmesiyle kazanılan deneysel bilginin bütününü yorumlayarak suyun çok önemli bir hayat verici unsur olduğu fikrini ileri sürüyorlar. Bu görüş nihayetinde Osiris efsanelerinde kendisine yer bulacaktır.
Bu teori libasyon ve tütsü yakmanın keşfinde kendisine özel bir uygulama alanı buldu. Bu uygulamalar öncelikle genel öğretiler bütününün tepkisiyle karşılaştı; sonrasında ona daha keskin bir şekil verdi. Ölü kral, mumyalanmış hakiki bir beden ve gerçeğine uygun bir heykelle tahtında oturup ellerinde yüce makamının simgelerini tutarken tasvir edildiğinde, çok daha gerçekçi bir hale büründü.
Elde bulunan bilgilerle, Osiris ve diğer ilahların Mısır’da yaratıldığını iddia etmek geçersiz, suyun dölleyici özellikleri hakkındaki genel teoriyi mumyalama uygulamasına bağlamaksa hatalı olacaktır. Ancak ikincisinin Osiris’e çok daha somut ve çok net olarak tanımlanmış, “insan suretinde yaratılmış” bir şekil verdiği ve su teorisine ise öncekinden çok daha zengin ve derin bir anlam kattığı doğrudur.
Bu tür bir sembolizm, insanoğlunun düşünceleri ve arzuları üzerinde derin bir etki yaratmıştır. Çünkü Osiris tüm tanrıların ilk örneğiydi. Ritüelleri tüm dini merasimlerin temelini oluşturdu. Canlandırma merasimlerini yöneten Osiris’in din adamları, beş bin yıldan daha uzun süren rahipler zincirinin ilk halkalarıydı. Bu rahipler, ritüel inceliklerinin ve tapınak özelliklerinin sonsuz çeşitliliğine rağmen, özünde son derece küçük değişikliğe uğrayan merasimleri uygulamaya devam ettiler. Tanrının dirilticisi ve bilincinin geri getiricisi olarak rahibin başlıca görevleri artık pek çok dinde geri plana atılsa da ritüeller (tütsü yakma, libasyon, yiyecek, kan ve başka şeyler sunma) hâlâ pek çok ülkede devam etmektedir. Öğüt veren ve insanların imdadına yetişen bir tanrı olarak Osiris’i yarattıklarında, ilk Mısırlıların güvence altına almayı amaçladıkları menfaatler için insanlar hâlâ rahiplere dua ve niyaz etmektedirler. Yağmur duası en eski dini yakarışlardan birisi olabilir, ancak bol su taşkınları için ricalar yine de daha eskidir.
Daha önce belirttiğim gibi, “tanrı” ve “din” kelimelerinin Osiris’in ilk haline ve ondan hareketle gelişen inançlara ilişkin kullanımında büyük bir anlaşmazlık vardır.
Geçtiğimiz 5000 yıl boyunca bu iki kelimeye yüklenen anlamlar, çekici bir mistik sembolizmle çok karmaşık bir şekilde zenginleştirildi. İlk Mısırlıların