ve düşüncelerinin, çoğu bilinçdışı ve duygusal güdü olan çok sayıda etkenin nüfuzu altında kaldığını okuyucuya tekrardan hatırlatmam gerekiyor. Ancak bazı belirli duygu durumları insanı bir kez kesin bir sonuca yönlendirince insan, kararlarına arka çıkan birçok başka durumu hatırlayıp onlardan karmaşık bir rasyonelleştirme ağı oluşturur. Bunun gibi bazı süreçler hiç şüphe yok ki “animizm”in gelişiminde rol oynamıştır. Yine de bu fikrin gelişiminin bütün tarihini yeniden inşa etmek mümkün olmasa da hayat ve ölümün doğasını anlamadaki bu ilk çabalar ve ölüyü diriltmek için bu teorileri hayata geçirme girişimleri bir temel sağlamıştır. Son 5000 yıldır ruh hakkında geliştirilen geniş ve karmaşık teoriler bu temeller üzerine kuruludur. Bu büyük yapının kurulmasında milyonlarca insanın düşüncesi ve arzusu rol oynamıştır. Ancak bu temeller, Mısırlı kral veya rahip, “yaşam kaynağını”nı ölüye yeniden getirebileceğini ve “büyük büyücü”74 denen asayla ölünün tekrardan doğmasını sağlayabileceğini iddia ettiğinde sistemleşmiştir. Bazı bilim insanlarına75 göre asa, doğurganlığı kelime anlamıyla ifade edilsin diye ana rahminin geleneklere uygun hale getirilmiş bir simgesiydi. “Büyülü asa” hakkında böyle inançlar ve hikâyeler, İskoç yaylalarından Endonezya ve Amerika’ya kadar hâlâ varlığını sürdürmektedir.
Bu taslakta, bir kavrama ait olan devasa karmaşıklığın yalnızca bir ya da iki yönünü ele aldım. Ancak insan zihni, bir hayati özün vücudun dışında var olabileceği düşüncesiyle meşgul olmaya ve onu hayatın nefesiyle özdeşleştirmeye başladığında yeni görüşler de beraberinde gelmiştir. Hayati ilke, hayatın bütün psikolojik belirtilerinde olduğu gibi insan kişiliğinin bütün çeşitli ifadelerinde de kendisini açıkça gösterir. Rüya görmek insanın, “ruh”un ayrıca geçici olarak bedeni terk edebildiğine ve çeşitli deneyimlerin tadını çıkarabildiğine inanmasına yol açar. Somut fikirlere sahip bir Mısırlı, hayati özünün dışarılarda dolandığına dair bu soyut fikri desteklemek için bazı fiziksel kanıtlar talep etmiştir. Bu yüzden ölümden sonra içinde var olabileceği bir heykel yapmıştır. Çünkü ölünün özelliklerini mumyanın üzerinde, gerçeğine benzer bir şekilde layıkıyla yeniden oluşturamamıştır. Bu yüzden, hayati özün heykele can veren “tamamlayıcı eş” veya “ikiz” olarak vücudun dışında var olabileceğine yavaş yavaş kendisini inandırmıştır.
İlkel insanın inancını desteklemek için maddi kanıt arayışında olması doğal olarak onu, doğumu hakkında düşünmeye sevk etmiştir. İnsanın hayatın doğasıyla ilgili bütün inançları nihayetinde onun kendi kökenine, doğumuna veya yaratılış hikâyesine kadar geri götürülebilir.
Bir bebek dünyaya göbek bağıyla bağlı olduğu döleşi veya plasentayla birlikte gelir. Bu biyolojik yapının mahiyetinin tam olarak anlaşılması modern bilimin bir başarısıdır. Bunlar, ilkel insan için anlaşılması güç mucizelerdi. Ancak insan, kendisini tamamlayan eşinin uykudayken vücuttan ayrılıp bağımsız bir şekilde varlığını sürdürebilen kendi şeklinde hayati bir özünün olduğu fikri üzerine kafaya yormaya başlayınca, plasenta açık bir şekilde bu özün gerçekliği için elle tutulur bir kanıt oldu. Blackman tarafından ileri sürülen görüşler76 ve Moret, Murray ve Seligman ve diğerleri tarafından yapılan ilaveler, plasentanın ka ile bağlantılı olduğu yönündedir.
Eski Mısırca ka kelimesinin tercümesi hakkında, özellikle son yıllarda çok sayıda ihtilaf vardır. 1912’ye kadar çeşitli tartışmacıların öne sürdüğü fikirlerin derli toplu bir özeti Moret’nin Mystéres Egyptiens adlı eserinde bulunabilir. 1912’den beri Alan Gardiner, Breasted ve Blackman tarafından bazı çelişkili fikirler ileri sürüldü. Antik literatürdeki birtakım ifadelerin anlamı hakkındaki bu tartışmaya müdahale etmek niyetinde değilim. Ancak söz konusu meselenin öyle tarafları var ki onlara değinmeden kendi esas fikrimden bahsedemem. Ölünün heykelini yapma geleneğinin gelişimi ister istemez ölmüşün iki yapısının, yani gerçeğinden yapılmış mumyası ve tasvir heykelinin, açıklanması sorununa bir çözüm olarak ortaya çıktı. Dünyadaki yaşamı boyunca hayati öz, uyku sırasındaki durumlar dışında ilkinin içindeydi. İnsanın gerçek vücudu aynı zamanda kişiliğinin çeşitli özelliklerinin bütüncül bir tezahürüydü. Ancak, ölümden sonra heykel, canlılığın bu göstergelerinin bulunduğu yer haline geldi.
Bu düşünce, heykel yapımının kaçınılmaz bir şekilde neden olduğu ihtiyaçlara binaen geliştirilmiş olsun ya da olmasın, bu geleneğin, inanca çok daha somut bir şekil vermiş olduğu besbellidir. Ölüm esnasında, ölen kişinin vücuttan ayrılan kişilik unsurlarının tamamı, belirsiz bir tamamlayıcı öz olarak onun heykeline dönüşebilir.
Bir kral dünyaya, bütün özelliklerini tam olarak taşıyan bir yoldaş veya ikiziyle beraber gelir. İşte bu tamamlayıcı eş veya ka hayatın her aşamasında kralın sıhhatiyle ilişkilendirilmeye başlandı. Aslında Breasted’a göre ka “bir nevi, öbür dünyada kişinin talihini bulmasında rehberlik etmeye tasarlanmış üstün yetenekti” (…) “kendi ikametgâhında oturup dünyadaki eşini bekliyordu.”77 Ölüm esnasında, ölen kişi “ka’sına, gökyüzüne” gider. Ka ölüyü idare edip korur. Ona, birlikte yiyecekleri yemeği getirir.
Ka’ya ilişkin çeşitli etmenler söz konusuydu:
a) Ölmüş kişinin heykeli, ka’nın, yaşam kaynağına ve Mısırlı ilk fizyologların bilgi sahibi oldukları diğer tüm hayati özelliklere geri verilmesiyle canlanır.
b) Doğum sırasında çocukla beraber meydana gelen, kaderi çocuğunkiyle yakından bağlı olan bir “ikiz”dir.
c) Ölmüş kişinin heykelini canlandırmanın sonucu olarak ayrıca, ona onun özelliklerini geri kazandırır, “özelliklerinin bir toplamıdır”. Onun benliği, sonradan koruyucu bir peri veya bir tanrı, onun sağlığına göz kulak olan bir sezgi konumuna yükselir.78
Burnet’ın iddia ettiği gibi Ka, yalnızca yaşam kaynağıyla veya mizaç ile özdeş değildir. Onun çok daha büyük bir değeri vardır. Ka kavramının, kendisine en uygun barınağı canlandırılmış bir heykelde bulan bir nevi koruyucu melek olarak kabullenilmesi, ka’nın bireyle birlikte doğan bir tamamlayıcı eş olarak son derece somut ve açık bir şekilde mezarlık resimlerinde tasvir edilmesiyle çelişkili bir durum değildir.
Blackman’ın vurguladığı gibi79 ka’nın fertle birlikte doğan ve ona yakından bağlı olan bir tamamlayıcı eş olarak tasvir edilen bu maddi düşüncesi, Buganda’nın plasentayla ilişkili inanç ve ayinlerini anlamada oldukça önemlidir. Ölüm esnasında doğumu sağlayan şartlar yeniden oluşturulur. Bu yeniden doğuş için asıl süreçte mühim rol oynayan plasenta, ölmüş kişiye iade edilir. “O, ka’sına ulaşıyor” ifadesi orijinalde, plasentasında bu yeniden birleşmenin bir betimlemesi olamaz mı? Ka’nın ölen kişinin sıhhatinin koruyucusu olarak ayla özdeşleştirilmesi, sembolizmi zenginleştirmiş olmalı.
Roscoe’ya göre Blackman, “Hamitik kast sisteminin hüküm sürdüğü Uganda’da benimsenen inançların benzerliği üzerine” şu fikri öne sürer: “Eski Mısırlılar, plasentanın80 daha doğrusu onun ruhunun bireyin kişiliğiyle yakından bağlantılı olduğunu düşünebilirlerdi.” Blackman bunun ayrıca, Babil’in tanrısı veya koruyucu perisiyle de bağlantılı olduğunu ileri sürer.81
De