Ulu Ana ile özdeşleştirildiğinde ve ay aynı tanrıçanın ikamet ettiği yer veya onun kişileştirilmiş hali olarak kabul edildiğinde İlahi İnek, karmaşık bir bağdaştırma süreci sonunda ölünün, ineğin sırtında yükseleceği gökyüzü ya da cennetler olarak kabul edilmiştir. Ra baskın ilah konumuna gelince gökyüzüyle özdeşleştirildi. Bundan dolayı güneş ve ay onun gözleri olarak kabul edildi. Ay hem Ra’nın gözü hem de Ulu Ana olduğundan, göz ile Ulu Ana’nın özdeşleştirilmesinin aracısıydı. Muhtemelen göz, Hayat Veren’in canlandırıcı güçlerini bu şekilde kazanmış oldu.
Antik dönem sanatçıları ve çağdaş etnografların, hakkında benzer kafa karışıklığına sahip olduğu ineğe ilişkin bu inançların neredeyse dünya çapındaki yayılımı üzerine ciltler dolusu kitap yazılmış olabilir.98 Bu inanç batıda İskoçya ve İrlanda’ya kadar; bunların da doğudan gerçekleştirdikleri göçle muhtemelen Amerika’ya kadar yayılmıştır.
İneğin özelliklerinin, hayat bahşedici Ulu Ana’nın özellikleriyle özdeşleştirilmesinin örneklendirilmesi için Profesör Moulton’ın Gatalar üzerine yorumuna99 başvuruyorum. Gatalar’da anlatıldığına göre, Yima insanlara ölümsüz olabilsinler diye inek eti vermektedir. “Bunu, Mitraizm tarafından benimsenen Aryan efsanelerine göre, Mitra›nın yeniden doğmasıyla parçalanmış vücudundan insanoğlunun ilk defa yaratıldığı kadim ineğin yağını insanlara yemeleri için vererek onların ölümsüz kılındığı bir başka efsaneyle bağlayabilir miyiz?”100
Kültürün Yayılımı
Bu sayfalarda, zaten ele almakta olduğum uygulamaların ve inançların doğdukları yerlerden dışarıya doğru yayılmasının geniş kapsamı ve karmaşık durumuna değinmeyeceğim. Ancak, her kültürlü halkın düşünceleri ve arzuları, tepeden tırnağa kadar bu uygulama ve inançlardan miras alınmıştır.
Bu karmaşık geleneklerin ve fikirlerin gelişimindeki neredeyse hiçbir aşama “hazır ürün” değildir. Ayrıca bunları oluşturan bileşenlerin oluştukları yerlerden dışarıya doğru dağıldığı unutulmamalıdır.
İncelemekte olduğum bazı inançların Asya ve Amerika’dan doğuya doğru yayılması gerçeğini kanıtlayan ve bu durumu örneklendiren kesin bulgulara kısaca değineceğim.
Mısır ve Babil düşüncelerinin birliği hiçbir yerde Osiris ve Ea’nın özelliklerinin asıl özdeşliğinde olduğu kadar çarpıcı bir biçimde kendisini göstermez. Bu, inançların ortak bir kaynaktan türediğini gösteren en kesin kanıtları sağlar ve gelişmeye başladıkları tarihten itibaren Mısır ve Sümer medeniyetinin yakın bir kültürel temas içinde olmaları gerektiği gerçeğini ortaya çıkarır. “Mısır’da olduğu gibi Babil’de de hayatın kökenine ve özellikle hayati ilkeyi temsil eden belirli doğal elementlere ilişkin çeşitli fikirler vardı.” “Ea’ya tapınanları temsil eden insanların bir kesimi, hayatın özünün suyun içinde olduğuna inandıkları izlenimini veriyor. Tanrı Eridu, bu hayat veren suyun kaynağıydı.”101
“Ölüye su ve yiyecek sunulması” yalnızca ölenlerin “yaşayanları102 rahatsız etmemesi” için yapılmıyordu, ayrıca “ölülere maişet sağlamak ve duacı insanlara yardım etmeleri için onları canlandırmak” için de yapılmaktaydı.
Diğer prosedürlerin ölüm korkusundan kaynaklandığı genel olarak kabul edilir. Ancak böyle bir ifade, bu cenaze merasimlerini geliştiren insanların zihin yapılarını doğru olarak yansıtmaz. Çünkü bu kişiler, ölünün düşmanları veya ölen kişinin garezi olduğu ve cenazeye gelerek riske girecek kişiler değillerdir; tam aksine onlar, ölen kişinin yakınlarıdır ve ölen kişi bir insana ne kadar derinden bağlıysa onun için o kadar çok tehlike var demektir. Pek çok insan arasında bu inanç varlığını sürdürür. Birisi öldüğünde, öte dünyada ona refakat edebilsinler diye onun için en cüretkâr olanların “ruhsal öz”lerini çalmak için uğraşacaktır. Ancak “ruhsal öz”ü103 çalmak, birini öldürmek anlamına geldiğinden, böyle bir alaka gösterisi kolaylıkla yanlış anlaşılabilir. Bundan dolayı hayata doyamayan, ölümden nefret eden pek çok insan böyle can sıkıcı aşk sembollerinden kaçınmak için elinden geleni yapar ve pek çok etnolog bunun “ölüyü yatıştırma” olduğunu yazarak bunun gibi eylemleri yanlış değerlendirirler. Genç ölenler tanrıların sevgili kullarıdır.
Ea yalnızca aşağıların tanrısı değildi; o aynı zamanda “hayatın efendisi”, nehirlerin kralı ve yaratıcı tanrıydı. Tıpkı Osiris gibi “Ea, kurumuş ve güneşte kavrulmuş toprakları, nehirler ve sulama kanalları ile bereketlendirirdi ve insanlara besleyici ‘ruhun gıdası’nı bahşederdi… Ölüm tanrıçası, ‘Tanrıça İştar’ı hayat suyu ile sulamak’ için Ea’nın emrine amadeydi” (a.g.e. s. 44).
Mackenzie’nin az önce alıntı yaptığım kitabının üçüncü bölümünde bulunan ilginç alıntılar dizisi tanrıların vücut sıvılarının canlandırıcı özelliklerine ilişkin düşüncelerin yalnızca Mısır’la sınırlı olmadığını, aynı zamanda Babil’de, Hindistan’da, Batı Asya’da, Yunan coğrafyasında ve Batı Avrupa’da da bunlara rastlandığını açıkça göstermektedir.
İştar isminin “sulayan”, “bereketlendiren”104 anlamlarına gelen Sami bir kökten türediği öne sürülmektedir.105
Barton’ın iddiası şu yöndedir: “Sami dinlerinin başlangıcı, kendilerini Sami olarak kabul ettiklerinden dolayı, Sami düşüncesinde ilahların cinsel münasebetlerine kadar uzanır. Sami ilah düşüncesi, elbette yoğun bir şekilde, hakikati kapsar; ancak bununla birlikte ‘Tanrı’nın sevgi olduğu’ fikrini da içerir” (a.g.e. s. 107). (Ancak bu ifade oldukça yanıltıcıdır.)
Sami106 etkisinin yayıldığı coğrafyalar genelinde ilkel ana tanrıçalar veya bunların özelleşmiş başka türleri bulunur.
Sümerlilere göre “hayat, dünyaya suyun ve sulamanın girişiyle gelir»107 “ayrıca insanoğlu su tanrılarının birleşiminin ürünüdür.”
Akatlar ise neredeyse bunun tam zıddı bir görüşü benimsemişlerdi. Onlara göre “su, düzensizlik demektir ve kozmos yani dünyanın düzeni, ışık tanrısının zaferine bağlıdır. Bahar, kış ve su canavarını alt ederek gelir. İnsanoğlu doğrudan tanrılar tarafından yaratılmıştır.”108
“Kökenlere ilişkin Sümer görüşünün merkezinde su tanrılarının yarattıkları yer almaktadır. Enki ve yoldaşı Nin-ella (veya Dangal), pek çok sayıda kanalla kuru bir kıtanın harap topraklarına yağmur getirirler. Hem bitkiler hem de hayvanlar suların canlandırdığı berekete dahil olurlar (…) Bu hayat üretimi sürecinde Enki’nin yanı sıra yoldaşının kişiliği de oldukça dikkat çekicidir. Bu tanrı, Nin-Ella (saf hanımefendi), Damgal-Nunna (suların ulu hanımı), Nin-Tu (doğumun hanımefendisi) gibi isimlerle anılırdı (s. 301). Enki ve Nin-ella’nın çocuğu, insanoğlunun atasıdır.109
“Daha sonraları Ulu Hanım’ın kişiliği, kendisinin birtakım işlevlerini devralan İştar tarafından gölgelenmişe benziyor” (s. 301).
Profesör