Любовь Федоровна Достоевская

Dostoyevski'nin hayatı


Скачать книгу

çiçekler ve Ukrayna’nın Yunan şiiri, Litvanya’nın karanlık ormanlarından ve rutubetli bataklıklarından çıkan atalarımın gözlerini kamaştırmış olmalı. Yürekleri güneyin güneş ışıklarıyla ısınmış, dizeler yazmaya başlamışlar. Büyükbabam Mihail, babasının evinden kaçtıktan sonra bu Ukrayna şairliğinin bir kısmını yoksul öğrenci cüzdanında taşımış ve bunu uzaklardaki evinden bir hatıra olarak özenle saklamış. Sonrasında ise bunları iki büyük oğlu Mihail ve Fyodor’a aktarmış. Bu gençler de dörtlükler ve şiirler yazmış; babam gençliğinde Venedik’te geçen aşk hikâyeleri ve tarihi dramalar kaleme almıştır. Muazzam bir hayranlık beslediği Ukraynalı büyük yazar Gogol’u taklit ederek yazmaya başlamıştır. Dostoyevski’nin ilk yapıtlarında bu duygusal ve romantik şiire sıklıkla rastlıyoruz. Hapse girinceye, yani bir Rus oluncaya kadar, büyük bir dehaya ve muhteşem bir geleceğe sahip bir ulus olan Ruslara mahsus geniş bakış açısını ve düşünce derinliğini romanlarında bulamıyoruz. Yine de Dostoyevski’nin o güçlü gerçekçiliğinin Rus asıllı olduğunu söylemek doğru olmayacaktır. Ruslar gerçekçi değildir; hayalperest ve mistiktirler. Yaşamı mercek altına almaktansa kendilerini hayallerde kaybetmeye bayılırlar. Gerçekçi olmak istediklerinde ise bir anda Moğol kinizmine ve erotizmine kapılırlar. Dostoyevski’nin realizmi ise Normanlaşmış atalarından kalan bir mirastır. Norman kanından gelen tüm yazarlar derin gerçekçilikleriyle diğerlerinden ayrılırlar. Dostoyevski boş yere Balzac’a son derece kalpten bir hayranlık beslemiyor, onu kendine örnek almıyordu.

      Dostoyevskiler aslen göçebe bir aileydi. Bir bakmışız Litvanya’dalar, bir bakmışız Ukrayna’da; bir gün bakıyoruz Moskova’da yaşıyorlar, ertesi gün Petersburg’a taşınmışlar. Bu pek şaşırtıcı değildir, zira Litvanya tuhaf “göçebe aydınlar” sınıfıyla diğer ülkelerden ayrılmaktadır. Diğer ülkelerde ise göç eden proletaryadır. Rusya’da her yıl kitleler halinde Ural Dağları’nı aşan ve Asya tarafından yutulanlar mujiklerdir; Avrupa’da ise kısmetini Amerika, Afrika ya da Avustralya’da arayanlar köylüler ve orta alt sınıflardır. Oysa Litvanya’da halk ülkede kalırken yalnızca aydınlar göç eder. Litvanya, Avrupalı şairleri ve âlimleri kendine çeken muhteşem bir büyük düklükken Litvanyalı soylular yuvalarında kaldılar. Fakat Litvanya’nın ihtişamı azalmaya başladığında aydınlar12 çok geçmeden kendilerini ormanlarında, bataklıklarında hapsolmuş hissederek komşu ülkelere göç ettiler. Lehlerin ve Ukraynalıların hizmetine girerek medeniyetlerini kurmalarına yardımcı oldular. Ünlü Lehlerin ve Ukraynalıların çok büyük bir bölümü Litvanya kökenlidir.13

      Sonra, Rusya Litvanya’yı ilhak ettiğinde bir sürü Litvanyalı aile büyük kentlerimize doluştu. On dokuzuncu yüzyılın başında Lehler kendi istekleriyle Rusya’nın hizmetine girdiler, fakat yurttaşlarım çok geçmeden Leh ve Litvan “ski”lerinin14 birbirlerinden farklı olduğunun ayırdına vardılar.

      Lehler Rusya’da yaşayıp zenginleşmelerine karşın Katolik olarak kaldılar, kendi aralarında Lehçe konuşup Ruslara barbar muamelesi yaptılar. Litvanlar ise anadillerini unuttular, Ortodoks inancına geçip ata topraklarını düşünmeyi bıraktılar.15

      Aydınların bu göçü ve onları kabul eden uluslarla birleşebilme yetenekleri Normanların, kendilerinden sonra gelen Litvanyalı torunlarına bıraktıkları en karakteristik özelliktir. Antik dönem ulusları arasında yalnızca Normanlar göçebe soylulara sahipti. En önde gelen ailelerin gençleri Norman prenslerinden birinin sancağı altında toplanır, yeni yurtlar aramak üzere hafif tekneleriyle yelken açarlardı. Kuzey Avrupa aristokrasilerinin tümünün Normanlar tarafından kurulduğu fikri çoğunlukla öne sürülmektedir. Bunda şaşılacak hiçbir şey yoktur: Genç Norman soyluları ne zaman ilkel insanların arasında boy gösterseler doğal olarak vahşilerin ve cahil yerlilerin şefleri olmuşlardır. Onların soyundan gelen yönetmeye alışkın kişiler, birbirini izleyen yüzyıllar boyunca yönetimde bulunmaya devam ettiler. Daha önce de görmüş olduğumuz üzere Normanlar fethettikleri uluslardan uzak durmamışlar, ülkenin kadınlarıyla evlenip düşüncelerini, giyim kuşamlarını ve inançlarını benimsemişlerdir. Normandiya’ya varmalarından iki yüzyıl sonra Normanlar anadillerini unutup birbirleriyle Fransızca konuşmuşlardır. Fatih William, savaşçılarıyla beraber İngiltere’ye ayak bastığında İngilizlere getirdiği kültür Norman değil Latin kültürüydü. Norman Comtes d’Hauteville ailesi Sicilya’yı fethettiğinde ülkede buldukları Bizans ve İslam kültürünü inanılmaz bir hızla benimsemişlerdi. Litvanya’da fethedenlerle fethedilenler tam bir kaynaşma içindeydi; Normanlar Litvanyalılara güçlü karakterlerini aktarmış, komşu halkları uygarlaştırma görevini miras bırakmışlardı. Litvanya’nın tüm göçebe aydınları aslında gizli Normanlardır. Atalarının müthiş çalışmasını bitmek tükenmek bilmeyen bir cesaret, sabır ve adanmışlıkla sürdürmektedirler.

      Irkının seçkinliğini diğer ırklara dağıtan zavallı Litvanya’nın bir daha asla büyük bir devlet olamayacağı açıktır. Bunu kendi de anlıyor ve bundan pişmanlık duyuyor. “Litvanyalılar genel olarak en zeki ırk olarak değerlendirilmelidir,” diyor Vidunas, “buna karşın Litvanya’nın Avrupa uygarlığı üzerinde hiçbir etkisinin olmaması, Litvan zekâsının daima diğer ulusların hizmetinde olması ve tüm güçlerini anayurdu için ortaya koyamamış olmasıyla açıklanabilir.” Vidunas Litvanyalı aydınların göç etmiş olmalarından dolayı hayıflanmakta şüphesiz ki haklıdır, ne var ki Litvanya’nın Avrupa uygarlıkları üzerinde hiçbir etkide bulunmadığını söyleyerek hata etmektedir. Aslına bakılacak olursa hiçbir ülke, Slav devletlerinin uygarlaşması için Litvanya kadar çok şey yapmamıştır. Diğer halklar yalnızca kendileri, kendi ihtişamları için çalışmışlardır; Litvanya ise kendi dehasından doğan yetenekleri komşularının hizmetine sunmuştur. Polonya, Ukrayna ve Rusya bunu henüz anlamıyor, bu nedenle de Litvanya’ya haksızlık ediyorlar. Ancak gün gelecek mütevazı ve suskun Litvanya’ya neler borçlu olduklarını açıkça görecekler.

      Dostoyevskiler böyle gezginlerdi, yeni düşüncelerle yeni izlenimler edinmeye öyle susamışlardı ki geçmişi unutmaya çalışıp atalarının çocuklarıyla konuşmayı reddetmişlerdi. Ne var ki böylece geçmişten feragat ederken bir yandan da gezip duran ailelerini Ariadne’nin ipine benzer bir şekilde birbirine bağlama arzusunu taşıyorlardı. Onları yüzyıllar boyunca takip edebilmemizi sağlayan bu ip, taşıdıkları aile adı olan Andrey’dir. Litvanyalı Katolik Dostoyevskiler geleneksel olarak erkek çocuklarından birine, genellikle de ikincisine ya da üçüncüsüne bu adı verirlerdi; Ortodoks Dostoyevskiler de bu geleneği günümüze dek sürdürmüşlerdir. Ailemizin her neslinde her zaman bir Andrey olur ve tıpkı eskiden olduğu gibi bu isim ikinci ya da üçüncü erkek çocuk tarafından taşınır.

      Fyodor Dostoyevski’nin Çocukluğu

      Moskova’daki tıp eğitimini tamamladıktan sonra büyükbabam Mihail cerrah olarak orduya katılıp 1812 Savaşı sırasında bu sıfatla görev yaptı. Kendisinin mesleğinde çok yetenekli olduğunu tahmin edebiliriz, zira çok geçmeden Moskova’da yer alan büyük bir devlet hastanesinin başhekimliğine atandı. Bu sırada genç bir Rus kızıyla, Mariya Neçayev’le evlendi. Bu evliliğin her şeyden önce karşılıklı sevgi ve saygı üzerine kurulu olmasının yanında Mariya aynı zamanda kocasına yeterli miktarda çeyiz de getirmişti. Genç çiftin pek tabii ki herhangi bir eksiği yoktu, zira o günlerde kamu görevleri epey kazançlıydı. Devlet, eğer maaşlar yüksek değilse memurları için konforlu bir yaşamın tüm gereklerini karşılayarak bunu telafi ederdi. Bu sayede büyükbabam Mihail maaşına ek olarak bir kraliyet binasında, on dokuzuncu yüzyılda tüm kraliyet yapılarımız tarafından benimsenen bayağı imparatorluk tarzında