Fazlı Necip

Haremin sultanları


Скачать книгу

düşman olan Kösem Valide Sultan, Padişahı teşvik ve tahrik etti. Nakkaş Paşa idam edilerek bütün malına el konuldu. Belkıs Sultan da saraydan atıldı.”

      “Allah, Allah!”

      “Şimdi düşünelim. Eğer Maksut Paşa o iftiraları yapmamış olsaydı, Nakkaş Paşa asılır mıydı? Ben de satılır mıydım?”

      “Doğru, doğru. Hakkın var.”

      “Hepimize bir anne gibi bakan, büyüten, seven Belkıs Sultan bugün ne büyük acılar, sefaletler içindedir bir bilsen.”

      “Vah, vah, vah!”

      “Ben de sarayda sultanın kızıymışım gibi güzellikler ve rahat içinde büyürken satıldım. Senelerce esirci ellerinde hakaretler, işkenceler içinde süründüm. Nihayet buraya düştüm. Şimdi burada olduğumu, buranın durumunu Belkıs Sultan’a bildirmek istiyorum.”

      “Bir mektup yazdıralım.”

      “Mektup yazılması mümkün değil. Çünkü şimdi Sultanın İstanbul’da nerede oturduğunu bilmem. Bilsem bile mektup yazamam. Çünkü Vali Paşanın koruyucusu olan Sadrazam idam edildiği için şimdi Vali burada endişeler, kuşkular içindedir. Düşmanlarının İstanbul’a şikâyetnameler göndermelerinden korkuyor. Kuş uçurtmuyor. Mısır’dan İstanbul’a giden her gemi teftiş ediliyor. Bütün mektuplar okunuyor. Paşa benim Belkıs Sultan’a mektup yazdığımı haber alırsa hem mektubu göndermez, hem de bana işkenceler eder.”

      “O halde ne yapmalı?”

      “İstanbul’a inanabileceğim, söz anlar, emniyetli bir adam göndermek istiyorum. Seni bunun için arattım, bunun için buraya davet ettim.”

      “Ben de İstanbul’a gitmek isterim. Fakat seyahat için çok para gerekli. Bende ise beş para yok.”

      “Sen onu düşünme. Bende para var. Vali Paşa bana bol bol hediyeler veriyor, bağışlar yapıyor. Onun taşıyla yine onun başını yarmaya çalışalım. Sana istediğin kadar para veririm. Sen dediklerimi yapmaya razı olacak mısın?”

      “Ne diyecek, ne isteyeceksin? Yapabileceğim bir iş mi? Bilmem ki!”

      “Kolay bir iş… Sana burada anlatacağım şeyleri gidip İstanbul’da Belkıs Sultan’ı bularak ona anlatacaksın. Sözlerim çok önemli sırlar olduğu için Sultandan başka hiç kimseye, hiçbir harf söylemeyeceğine yemin edeceksin. Razı mısın?”

      “Evet, bu kolay bir iş… Yapabilirim.”

      “Öyle ise derhal hazırlanmaya başla. Yarın İskenderiye’ye gidecek, oradan ilk vasıta ile İstanbul’a hareket edeceksin. Orada Sultana söyleyeceğin şeyleri ben bu gece hazırlayacağım. Yarın sabah beni görecek, talimat alacaksın. Eğer işi lâyıkıyla yaparsan İstanbul’da büyük mükâfatlara nail olacaksın. Yakında biz de İstanbul’a gideceğiz. Seni orada Sultanın yanında bulurum.”

      “Siz de mi İstanbul’a gideceksiniz? Ne zaman?”

      “Zamanını bilmem. Fakat benim hesabıma göre sen İstanbul’a vardıktan bir iki ay sonra.”

***

      Mehtaplı, güzel bir geceydi.

      Nurü’l-ayn odasının penceresinde oturmuş, ertesi sabah Reyhan’a vereceği talimatı düşünüyordu.

      O zaman İstanbul gibi Mısır’da da geçerli ve değerli iki şey vardı: sihir ve musiki.

      Sihirbazlar ve efsunkârlar herkesi kolayca aldatmayı başarabiliyorlardı. Çünkü ortam çok müsaitti. Memlekette ilim ve irfan namına hiçbir şey kalmamış gibiydi. Ulema zümresinin makamını zekâ ve şeytanlıkla entrika çeviren, açgözlü ve ahlâksız cahiller işgal ediyordu. Bunlar ilim, iman, din namına birtakım efsaneler, hurafeler, batıl rivayetler ile halkı aldatmaktan başka bir şey düşünmüyorlardı.

      İçki, kadın, ahlâksızlık son derece revaçta olduğu için gençler arasında güzel sesi olan ve saz çalanlar tercih ediliyorlardı.

      Maksut Paşa zeki ve hassas bir adamdı. Buna rağmen cin, peri ve sihre de pek inanırdı. Mısır’ın meşhur büyücülerini saraya getirtir, onlar vasıtasıyla Padişahın yönetiminin devamı, kendisinin de Mısır’da kalması için sihirler yaptırır, efsunlar okuturdu.

      Nurü’l-ayn bütün bu sırlara vakıf olmuştu. Şimdi Mısır Valisinin Padişaha sihirler, büyüler yaptırmakta olduğunu Deli Hünkâr ’a ihbar ederse, onun derhal azledilmesine, hepsinin İstanbul’a gitmesine sebep olabilirdi. Çünkü Deli İbrahim de sihir, efsun ve büyüye inananıp korkanların başında geliyordu.

      Bu haberi Belkıs Sultan vasıtasıyla, Deli Hünkâr’ın kulağına fısıldayabilirse kendini ona tanıtmış olacağını, kolaylıkla saraya girebileceğini hesap ediyordu.

      Gençlik, güzellik, akıl ve zekâ hazinelerinden başka sesinin güzelliğinin, rebap çalmadaki ustalığının sarayda ne büyük, ne kuvvetli bir silah olduğunu biliyordu. Arzusu bir kere saraya girebilmekti. Ötesinin çok kolay olacağını düşünüyordu.

      Bu güzel mehtaplı gecede sarayın bahçelerinde takım takım içki ve musiki âlemleri yapılıyordu. Paşa bu gece selamlıkta kalmıştı. Haremlik bahçesinde hanımlarla cariyeler kendi aralarında eğlenirlerken, selamlık bahçesindeki içki âleminde çalınan sazlar ve okunan şarkılar ahenklerin en güzel örneğini sergiliyordu. Erkek seslerinin arasında Suphi’nin davudi sesi hemen seçiliyordu.

      Nurü’l-ayn, kendi aşkıyla buralara kadar gelen bu İstanbul çocuğunun yanık yanık okumaya başladığı gazeli dinlemeye daldı.

      Suphi, o anda Nurü’l-ayn’ın kendisini dinlediğini düşünerek, ona hitap ediyor gibi kalpten gelen, etkili bir gazel okuyor, “Aman!” diyor, “Ah!” ediyordu. Güzel kadın bu zavallı, hassas, hayalperest âşığına acıdı. Onun İstanbul’da, Davutpaşa Bağları’nda, esirci evinin etrafında gezinirken bu etkili sesiyle bal satar gibi kendisini davet edişini hatırladı. İşte şimdi de o ahenk ile yine uzaklardan kendisine hitap ediyordu.

      Nurü’l-ayn bu şiddetli sevdanın etkisinden, cazibesinden kurtulamadı. Gözlerinden kayan ateşli gözyaşlarının yanakları üzerinden yuvarlandığını hisseti. Suphi’yi düşünüyor ve ona acıyordu.

      Nurü’l-ayn, Suphi’nin muhabbetine karşı ilgisiz değildi. Eğer gelecek ve iktidar hırsı kalbini ve bütün hislerini bu derece kaplamamış olsaydı o muhabbet şüphesiz kalbinde en mümtaz yeri tutacaktı. Fakat çok meşhur bir kadın olmak, hükümdarlara hükmetmek hevesi bir hastalık gibi bütün benliğini sarmış, hırsı aşkını yine yenmişti.

      Suphi’yi seviyor ve ona acıyordu. Lakin onunla mesut olmak için o büyük arzularından vazgeçemiyordu. Kendi kendini tatmin ve teselli etmek istiyormuş gibi, “Elbet bir zaman gelecek, onu görmeyi ve mutlu etmeyi başaracağım,” diye mırıldandı.

      5

      Şekerpare Haseki

      Reyhan ertesi gün Nurü’l-ayn’ın yanına gülümseyerek, muzaffer bir tavırla geldi.

      “Dün akşam Dilâver Ağa’nın köşkünde çok önemli bir kadına rastladım. Şekerpare buraya gelmiş.”

      Nurü’l-ayn bu ismi işitince hayretle yerinden fırladı. Reyhan’ın sözünü kesti.

      “Deli Hünkâr ’ı pençesine alan gözdelerden, Birinci Haseki Şekerpare mi?”

      “Evet, ta kendisi…”

      “Buraya nasıl gelmiş?”

      “Sürgün etmişler.”

      “Ya… Neticenin böyle olacağı beliydi. Belkıs Sultan devamlı söylerdi. Desene Şekerpare o harika güzelliğine, zekâsına