Fazlı Necip

Haremin sultanları


Скачать книгу

o ki bu genci kendisi de sevmiş ve beğenmişti. Fakat Suphi’ye cesaret verecek en küçük bir zaaf göstermiyor, onu daima saygılı davranmaya mecbur ediyordu.

      Aslında Suphi de Zeynel Ağa’ya verdiği söze tamamıyla uyuyor, Nurü’l-ayn’a karşı kardeş gibi görünüyordu.

***

      Zeynel Ağa ile Nurü’l-ayn’ın ve Suphi’nin birbirine karşı vaziyetleri garip bir şekil almıştı.

      Kendilerini kurtarmak için Zeynel Ağa’nın Mısır ’dan getirttiği para ellerine ulaşana kadar esarette geçirdikleri zaman samimiyetlerini arttırdı. Her iki erkek de mesut yaşıyor, ertesi günü düşünmüyorlardı. Düşünen ve vaziyeti anlayan sadece Nurü’l-ayn idi.

      Nurü’l-ayn pek ince bir kadın bakışı ve hissiyle bu adamların kalbini okuyordu. Her ikisinin de kendisine başka başka hislerle âşık olduğunu biliyor, her ikisini de ağırbaşlılık ve nezaketle arzu ettiği gibi kullanıyordu.

      Zeynel, Nurü’l-ayn’a onu ilk gördüğü anda, daha esirci evinde hayran olmuştu. Fakat onu kendi halinden, makamından çok yüksek, çok mümtaz bulduğu için bir insaf ve takdir hissiyle efendisine, Paşasına lâyık gördü. O fikir ve karar ile satın aldı.

      Zeynel zeki bir İstanbul çocuğu idi. Kültürü ve görgüsü vardı. Tabiatın kendisini güzellikten mahrum bıraktığını, yaşının ilerlediğini bilirdi. Kısa boylu, esmer ve şişmandı. İnce bacakları üstünde koca göbeği, koca kafası, ablak yüzü, küçük burnu, ince dudakları ve seyrek bıyıkları tuhaf bir manzara oluşturuyordu. Yalnızca bir yeri güzeldi. Gözleri…

      Gözlerinden parlak bir zekâ, derin bir şefkat, büyük bir vicdan nuru okunurdu. Bunun dışında sevilecek hiçbir şeyi bulunmadığını kendisi de bilir, itiraf ederdi. İhtiyarlamıştı. Yaşı elliyi geçiyordu. O pek güzel, çok zeki, henüz on sekiz yaşında taze kızı delice bir aşk ile sevmenin ve ondan karşılık beklemenin divanelik olacağını biliyordu.

      Nurü’l-ayn’ı daha iyi tanıdığı, onun ruhundaki derin fikirleri okumayı başardığı zaman, yaradanın bu pek parlak ve pek güzel eserini Maksut Paşa’ya da lâyık görmemeye başladı. Güzel kızın Kasr-ı Yusuf Sarayı’nda mutsuz olacağını tahmin ediyordu.

      Suphi’nin Nurü’l-ayn’ı yalnız sesi için değil, bütün özelliklerini takdir ederek derin bir aşkla sevdiğini anlamıştı. Gerçi Suphi güzel kız için kalbinde günden güne büyüyen muhabbeti fevkalâde bir azim ve gayretle gizlemeye çalışıyordu. Fakat zavallı âşığın kalbini, Nurü’l-ayn gibi Zeynel de bütün açıklığıyla okuyordu.

      Bir zaman geldi, Zeynel bir başkasına lâyık gördüğü bu iki genci birbirine bağışlayıp baş göz etmeyi düşündü. Bu fikir hoşuna da gitti ve kafasında onu tatlı hülyalarla büyüttü. Mademki Suphi’yi evlat gibi kabul etmişti, bu iki genci evlendirmeyi, kendisinin de şefkatli bir baba gibi onların yanında tatlı bir hayat yaşama hayalini gerçekleştirmeyi düşündü. Yalnız kaldıklarında uzun bir konuşmadan sonra bu fikrini Nurü’l-ayn’a açtı.

      “Benim hepimizi rahatlıkla geçindirebilecek kadar servetim var. Dünyada hiç kimsem yok. Arzu ederseniz Mısır’a gideceğimize İstanbul’a dönelim. Orada Suphi ile evlenir, rahat ve huzurlu bir hayat yaşarsınız. Ben de yanınızda bir baba gibi mesut olurum,” dedi.

      Nurü’l-ayn birkaç dakika kadar tereddütler içinde kaldıktan sonra cevap verdi:

      “Müsaade ediniz, etraflıca, iyice bir düşüneyim. Yarına kadar bir karar verir, size söylerim. Bu fikrinizi Suphi’ye açtınız mı?”

      “Hayır, henüz ona bir şey söylemedim.”

      “İsabet!”

      Nurü’l-ayn birdenbire kendisine sunulan bu teklif üzerine tereddütler içinde kalmıştı. Fakat biraz düşününce kalbinde derin kökler salmış olan büyük arzular karşısında tereddütleri sona erdi. Zeynel Ağa’nın parlak bir şekilde anlattığı rahat hayatın resmi zihninde soluverdi.

      Nurü’l-ayn’ın kültürüne, zekâsına, fikirlerine, her şeyine galip gelen pek kuvvetli bir hissi vardı. Çok açgözlüydü. Servet ile istikbale, şan ile şöhrete sonsuz bir hırs ve iştahla tutkundu. Belkıs Sultan bu hırsı beslemiş, büyütmüş, genç kızın kalbinde saraya girmek, sultan olmak, Padişahı ve memleketi pençesine almak arzusu derin kökler salmıştı. Kendisi gibi güzel, zeki bir esirden başka bir şey olmayan Hürrem, Safiye, Mahpeyker Sultanlara benzemek istiyordu. Çünkü zemini, zamanı eskisinden daha müsait buluyor; kendini Roksalanlardan, Sofia Baffolardan, Anastasyalardan daha güzel, daha zeki, daha haklı görüyordu.

      Bir aralık Suphi’yi düşündü. Evet, bu genç çok yakışıklı, çok zeki, çok hassastı. Kendisine derin bir sevdası olduğunu biliyordu. Kalbini yokluyor, Suphi’ye karşı ilgisiz olmadığını anlıyordu. Fakat Suphi için beslediği sevginin, büyük arzularına ve hırsına galip gelmekten pek uzak olduğunu çarçabuk anladı. Zeynel’in teklifini kabul edip Suphi’nin eşi olarak İstanbul’a dönecek olursa bütün arzularına, bütün hayallerine veda etmesi gerekeceğini düşündü. O durumda da bedbaht olacağını hissediyordu.

      Suphi’nin muhabbetini reddetmeyerek onu ümitler içinde yaşatmak, gelecekte onun aşkından yararlanmak mümkündü. Evet, Suphi’ye karşı ilgisiz değildi. Bu güzel genç için kalbinde bir meyil ve muhabbet hissediyordu. Fakat bu hissiyat şiddetli ihtiraslarına mağlup oluyordu.

      Epeyce düşündükten sonra kararını verdi. Suphi’yi sevecek, yanında ve emri altında bulunduracak, emellerine ulaşmak için bir alet gibi kullanacaktı.

      İstanbul’a istediği gibi şanlı bir şekilde dönüp saraya girebilmek için öncelikle Mısır ’a gitmek, Belkıs Sultan ile Nakkaş Paşa’nın felâketlerine ve bilhassa kendisinin bütün emellerinin yıkılmasına sebep olan Maksut Paşa’yı görmek, muvaffakiyetler göstermek, büyük bir servet toplamak hayallerini besliyordu.

      Ertesi gün Zeynel Ağa’ya, “Bir kere Mısır’a kadar gidelim. Mısır ’ı, Maksut Paşa’yı görmek, tanımak istiyorum. Üçümüz müttefik olduktan sonra oradan kaçmak arzu ettiğimiz zaman mümkündür. Kararımızı orada veririz. Şimdilik Suphi’ye hiçbir şey açmayınız,” dedi.

***

      Henüz Kahire’nin Özbekiye civarı şöhret kazanmamış, yeni saraylar, sayfiyeler yapılmamıştı. Vali, Kasr-ı Yusuf Sarayı’nda otururdu. Saray eski bir bina idi. İstanbul sarayları tarzında kıymetli halılar, Hint kumaşları, Şam ipeklileri ile süslenmişti.

      Sarayın harem dairesini boy boy, renk renk cariyeler doldurmuştu. Nurü’l-ayn bu çevreye girince hayretler içinde kaldı. İstanbul’da, Belkıs Sultan’ın sarayında gördüğü, alıştığı vakar ve sükûnete karşılık burada karınca yuvası gibi bir kaynaşma, bir lâubalilik vardı. Bir sultan, hâkim bir hanım bulunmadığı için hadımağaların düzensiz idaresi altında kalan bu bir sürü kadın ve daire pek perişandı.

      Maksut Paşa, kâhyası Zeynel’in kendisine takdim ve hediye ettiği cariyeyi pek beğendi. O akşam harem bahçesinde şarabını Nurü’l-ayn’ın elinden içmek istedi. Şakilik ederken büyük bir vakar ve zarafet gösteren, saz çalıp şarkı söylemekte harikalar yaratan Nurü’l-ayn’ın her hal ve hareketi Paşanın gözünde kıymetini arttırıyordu. O kadar ki neşesi tamam olunca Paşa, Nurü’l-ayn’a hayran bir şekilde, “Ben sana esir oldum,” diyerek bir öpücük için ricada bulunmaya başladı. Diğer bütün cariyeleri kıskandırıyor, ondan başka kimseye iltifat etmiyordu.

      Paşanın bu derece büyük iltifatını herhangi bir cariye kendisi için şeref ve muvaffakiyet sayarken Nurü’l-ayn ilgisiz ve kibirli duruyor, elini bile öptürmüyordu. İlgi göstermeyen, dudakları üzerinde uçan tebessümleri