Альберт Генри Вратислав

Slav masalları


Скачать книгу

çıktı. Diğer tüm kadınlar gibi çok güzeldi Ölüm. Ne var ki adam onun nasıl biri olduğunu bilmiyordu. Ölüm’den çocuğunun vaftiz annesi olmasını istedi. Kadın hemen kabul etti, bu teklifi ve adamı vaftiz oğlunun babası olarak selamladı. Sonra bebeği kollarına alıp kiliseye götürdü. Çocuk usullere uygun şekilde vaftiz edildi.

      Kiliseden çıkınca çocuğun babası kadını bir hana götürdü. Adam bebeğinin vaftiz annesine küçük bir ikramda bulunmak istiyordu. Fakat kadın, “Boşver kardeş. İyisi mi benim evime gelin,” dedi. Böylece adamı kendi evine getirdi. Güzelce döşenmiş bir evi vardı.

      Daha sonra vaftiz anne, adamı büyük bir mahzene götürdü. Bu mahzenden geçip doğruca karanlık yeraltı dünyasına vardılar. Burada küçük, orta boy ve büyük mumlar yanıyordu. Henüz yakılmamış olanlar çok büyüktü. Kadın vaftiz çocuğunun babasına döndü: “İşte kardeş, herkesin ömrü burada!”

      Çocuğun babası yere çok yakın bir mum gördü. “Peki ama bu küçücük mum kimin?” diye sordu.

      “Kimin olacak, senin! Bir mum işte bunun gibi hızlıca yanmaya başlayınca, gidip o mumun sahibini bulmam gerekir,” diye cevap verdi kadın.

      Bunun üzerine adam yalvardı: “Lütfen, bana biraz daha zaman ver.”

      “Ah, bunu yapamam!”

      Ardından kadın, vaftiz ettirdikleri çocuk için yeni ve büyük bir mum yaktı.

      Vaftiz anne mumu yakmak için başını çevirdiği sırada çocuğun babası yeni ve büyük bir mum alıp yakmış ve iyice küçülmüş olan kendi mumunun yerine koymuştu.

      Vaftiz anne bunu fark etmişti: “Kardeş, bunu bana yapmamalıydın. Ama mademki ömrüne ömür ekledin, öyle olsun. Haydi gel, karının yanına gidelim.”

      Bir hediye alıp çocuğun babasıyla birlikte yola çıktılar. Çocuğu annesinin yatağına yatırdılar. Sonra vaftiz anne kadına ağrısı olup olmadığını sordu. Çocuğun annesi, ağrıyan yerlerini gösterdi. Baba ise misafirine teşekkür etmek ve onu layık olduğu gibi ağırlamak için bira getirtti. Birlikte yiyip içtiler. Sonra vaftiz anne, babaya döndü: “Kardeş, öyle yoksulsunuz ki size ancak ben yardım edebildim. Ama olsun, beni daima hatırlayacaksınız! Pek çok muhterem insanın evine gidip onları hasta edeceğim. Sen de onları muayene edip iyileştireceksin. Ben sana gerekli ilaçları temin edeceğim. Bunun karşılığında seni mükafatlandırmak isteyecekler. Yalnız şuna dikkat et: Birinin ayaklarının dibindeysem, ona yardım edebilirsin. Lakin adamın başında dikiliyorsam, işte o zaman yardım etmeye yeltenmemelisin.”

      Hakikaten böyle oldu. Çocuğun babası, vaftiz annenin hasta ettiği kişilerin her birine şifa verdi. Bir anda saygıdeğer bir hekim olmuştu.

      Genç bir prens ölüm döşeğindeydi, hatta çoktan son nefesini vermişti. Yine de hekimi çağırdılar. Adam geldi, genç adama merhemler sürüp ilaçlar içirdi. Nihayet onu sağlığına kavuşturmayı başardı. Karşılığında cömertçe ödüllendirildi. Bir kont, hasta yatağında can çekişiyordu ve yine hekimi çağırdılar. Ne var ki Ölüm, yatağın arkasında hasta adamın hemen tepesinde dikiliyordu. Hekim şöyle dedi: “Çok ağır bir vaka ama elimizden geleni yapacağız.”

      Hizmetçileri çağırıp yatağı ters çevirmelerini emretti. Böylece Ölüm, hastanın ayakları dibinde duracaktı. Hekim yine hastaya merhemler sürüp ilaçlar içirdi. Böylece şifa bulan kont, borcum nedir diye bile sormadan adama bir sürü para verdi. Yeniden sağlığına kavuştuğu için çok mutluydu.

      Ölüm, hekimle karşılaştığında ona şöyle dedi: “Kardeş, sakın bir daha bana oyun oynamaya kalkma. Kontu iyileştirdiğin doğru ama kısa bir süreliğine. Vadesi dolduğunda nasılsa canını almam gerekecek.”

      Çocuğun babası yıllarca hekimlik yapmaya devam etti. Artık yaşlanmıştı. Sonunda iyice güçten düşünce Ölüm’den canını almasını istedi. Gelgelelim, upuzun bir mum yakıp kendine ek ömür verdiği için Ölüm adamı öteki tarafa götüremiyordu. Mum sönene kadar beklemesi gerekiyordu.

      Günün birinde hekim yine bir hastayı iyileştirmişti. Evine dönerken karşısına Ölüm çıktı. Hekimin arabasına binmişti. Adamı gıdıklayıp onunla oynamaya başladı, eline aldığı yeşil bir dalı boğazına sürtüyordu. Nihayet adamcağız kendini Ölüm’ün kucağına atıp son uykusuna daldı. Hekimi arabasında cansız halde yatarken bulup evine götürdüler. Bütün şehir ve çevredeki köyler yastaydı: “Ne iyi bir hekimdi! Onu çok özleyeceğiz. Hepimize yardım etmişti. Bir daha onun gibisi gelmez!”

      Mirasını oğlu almıştı ama babası kadar yetenekli değildi.

      Bir gün oğlu kiliseye gittiğinde vaftiz annesiyle karşılaştı. Kadın sordu: “Sevgili oğlum, nasılsın?”

      Delikanlı cevap verdi: “Ne iyiyim ne kötüyüm. Babamın bıraktığı para şimdilik yetiyor ama sonra ne yapacağım, Tanrı bilir.”

      Vaftiz annesi dedi ki: “Korkma oğlum. Ben senin vaftiz annenim. Başarılı olması için babana yardım etmiştim. Senin de ekmeğini kazanmanı sağlayacağım. Bir hekimin yanında eğitim alacak ve babandan çok daha yetenekli olacaksın.”

      Bu sözlerin ardından kadın, genç adamın kulaklarına merhem sürüp bir hekime götürdü. Hekim bu kadını tanımıyordu. Eğitim alması için getirdiği delikanlının da nasıl biri olduğunu bilmiyordu.

      Kadın oğlundan öğretmeninin sözünden çıkmamasını, hekimden ise ona iyi bir eğitim verip güzel bir makama getirmesini istedi. Sonra veda edip ayrıldı.

      Bir gün hekim ile delikanlı şifalı ot toplamaya gittiler. Her bir ot, genç öğrenciye neye iyi geldiğini söylüyordu. Hekim de ot topluyordu ancak elindeki otların ne işe yaradığından habersizdi. Delikanlının topladığı otlar her derde deva oluyordu. Hekim, öğrencisine dönüp şöyle dedi: “Sen benden çok daha akıllısın. Bana gelen hiçbir hastaya teşhis koyamıyorum. Oysa sen her hastalığa hangi otun iyi geleceğini şıp diye anlıyorsun. Ne diyorum biliyor musun? İş ortağı olalım. Hekimlik diplomamı sana vereyim. Senin asistanın olayım. Ölene dek yanında çalışayım.”

      Genç adam, araftaki mumu sönene dek başarılı bir hekim olarak çalıştı ve tüm hastalarını iyi etti.

      Dört Birader

      Bir zamanlar bir avcı yaşardı. Bu adamın dört oğlu vardı. Oğulları memleketlerinden ayrılıp dünyayı görmek istiyordu. Hepsi on altı yaşını geçince babalarına şöyle dediler: “Baba, biz dünyayı dolaşmak istiyoruz. Lütfen yolculuğumuz için bize biraz para ver.”

      Babaları her birine bir at ve yüz florin verdi. Atlarına binip dağlara doğru yola çıktılar. Bir dağda dört yol kesişmişti, tam ortada gürgen ağacı vardı. Bu ağacın yanında durdular. En büyükleri dedi ki: “Kardeşlerim, burada ayrılıp bahtımıza düşeni bulmak üzere kendi yolumuzda yürüyelim. Bu gürgen ağacına bıçaklarımızı saplayıp tam bir yıl bir gün sonra yine burada buluşalım. Bu bıçaklar bize işaret olsun. Buna göre, hangimizin bıçağı paslanmışsa ölmüş demektir. Bıçağı temiz olanlarınsa diri ve sağlıklı olduğunu bileceğiz.”

      Böylece dört biraderin yolları ayrıldı. Her biri vardıkları yerde bir zanaat öğrendi. En büyükleri ayakkabı tamircisi, ikincisi hırsız, üçüncüsü yıldız falcısı ve en küçükleri avcı oldu.

      Aradan bir yıl bir gün geçtikten sonra buluşacakları yere doğru yola çıktılar. En büyük birader gürgen ağacına ilk ulaşan oldu. Kendi bıçağını çıkarıp öteki bıçaklara baktı. Hepsinin tertemiz olduğunu görünce çok sevindi: “Tanrı’ya şükürler