Люси Мод Монтгомери

Adanın Kızı Anne


Скачать книгу

için erkenden yola koyulması gerekiyordu. Gözlerinde biriken yaş tanelerine engel olmaya çalışsa da bu çabası boşunaydı. Çok sevdiği evinden ayrılıyordu ve içinden bir ses arada bir yapacağı tatil kaçamakları dışında buradan sonsuza dek ayrıldığını söylüyordu ona. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı artık. Tatil için dönmekle burada yaşamak aynı olmazdı. Buradaki her şey ne kadar da güzel ve sevimliydi öyle. Çocukluk zamanlarının mabedi olan küçük veranda odası, penceredeki yaşlı Kar Kraliçesi, çukurdaki dere, Orman Tanrıçası Baloncuğu, Lanetli Koru ve Âşık Yolu… Geçmiş zamanların eski hatıralarının tutulduğu çok değerli yerlerdi buralar. Başka bir yerde mutlu olması mümkün müydü acaba?

      O sabah Green Gables’ta yapılan kahvaltı oldukça kederliydi. Davy, belki de hayatında ilk kez hiçbir şey yiyemeden lapasının üzerine utanmadan ağladı. Yemekten payına düşeni rahatça götüren Dora dışında kimsenin iştahı yok gibiydi. Çılgına dönmüş âşığının cesedi taşınırken “ekmek ve tereyağını” kesmeye devam edecek olan ebedî ve ihtiyatlı Charlotte gibi Dora da herhangi bir olaydan nadiren rahatsızlık duyan o talihli yaratıklardan biriydi. Saat sekizi gösterdiğinde bile Dora’nın sükûneti kolayca bozulmadı. Elbette Anne gideceği için üzülüyordu ama kızarmış ekmek ile haşlanmış yumurtanın keyfini çıkarmasına mâni olacak bir şey miydi bu? Kesinlikle değildi. Üstelik Davy’nin yiyemediği kendi payını da onun için yedi.

      Diana tam zamanında at arabasıyla kapıda belirdi. Gül rengi yüzü yağmurluğunun üzerinde ışıl ışıl parlıyordu. Veda vakti gelmişti artık. Bayan Lynde, Anne’e içtenlikle sarılmak ve ne olursa olsun sağlığına dikkat etmesini tembih etmek için odasından çıktı. Gözleri kuru ve hissiz Marilla, Anne’in yanağına resmî bir öpücük kondurdu ve yerleşir yerleşmez haber beklediğini söyledi. Sıradan bir gözlemci Marilla’nın, Anne’in gidişine pek de aldırmadığı yorumunu yapabilirdi. Tabii bu gözlemci Marilla’nın gözlerine dikkatle bakmadıysa… Dora, Anne’i ciddiyetle öptü ve gözlerinden nazik iki ufak gözyaşı tanesi damlattı. Masadan kalktığından beri arka veranda merdiveninde ağlayan Davy ise veda etmeyi reddetti. Anne’in kendisine doğru yaklaştığını görünce ayağa kalkıp arka merdivenlere fırladı ve orada saklandığı giysi dolabından çıkmadı. Boğuk iniltileri Anne’in Green Gables’tan ayrılırken duyduğu son seslerdi.

      Bright River istasyonuna kadar bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı. Carmody’e giden ara hat treni tekne treni ile birleşmediğinden bu istasyondan hareket etmeleri gerekiyordu. İstasyona vardıklarında Anne ve Gilbert perondaydı, trenin düdüğü çalmaya başlamıştı. Anne biletini alıp bavulunu teslim edecek zamanı güç bela bulmuştu. Diana’ya aceleyle veda ettikten sonra trene bindi. Diana ile birlikte Avonlea’ye gitmek isterdi. Ev hasretiyle yanıp tutuşacağını biliyordu. Kaybolan yazın ve yitip giden neşelerin arkasından bütün dünya ağlıyormuş gibi yağan kasvetli yağmur keşke sona erseydi… Gilbert’ın varlığı bile Anne’i teselli etmeye yetmedi. Çünkü Charlie Sloane da oradaydı ve Sloaneluk sadece güzel havalarda tolere edilebilir bir şeydi. Yağmurda ise kesinlikle dayanılmazdı.

      Ne var ki tekne Charlottetown limanından demir aldığı sırada işler yoluna girmeye başladı. Yağmur dindi ve güneş bulutların arasındaki aralıklardan altın ışıltılarıyla parlamaya başladı. Gri denizleri bakır tonunda bir parlaklıkla cilalayan güneş, Ada’nın kızıl kıyılarına döşediği altın ışıltılarıyla havanın güzel olacağının haberini veriyordu. Ayrıca Charlie Sloane deniz tutmasından dolayı aşağı inmek zorunda kalmıştı. Böylece Anne ve Gilbert güvertede yalnız kalmışlardı.

      “Sloaneları gemiye biner binmez deniz tutması beni çok mutlu ediyor.” diye düşündü Anne acımasızca. “Charlie Sloane yanımda durup da duygusal bir şekilde bakar gibi yaparken eski toprağıma son bir veda bakışıyla bakamayacağıma eminim.”

      “İşte, yola çıktık.” dedi Gilbert hissizce.

      “Evet, Byron’un hikâyesindeki ‘Childe Harold’ gibi hissediyorum. Tek fark benim seyre daldığım kıyılar ‘memleketimin kıyıları’ değil.” dedi Anne gri gözlerini canlılıkla kırparak. “Memleketim Nova Scotia sanırım. Ama bir insanın memleket kıyıları en sevdiği yerdir ve benim için de Prens Edward Adası memleket. Hep burada yaşamamış olmama inanamıyorum. Buraya gelmeden önceki on bir yıl bana kâbus gibi geliyor. Bu gemiyle yolculuk etmemin üzerinden yedi yıl geçmiş. Bayan Spencer’ın beni Hopetown’dan getirdiği akşam… Üzerimde o korkunç yün-keten elbise ile solmuş denizci şapkası varken görebiliyorum kendimi. Güverteleri ve kamaraları coşkun bir merakla kurcalıyordum. Güzel bir akşamdı. O kızıl ada kıyıları gün ışığında nasıl da parlıyordu öyle… Şimdi aynı boğazı tekrar geçiyorum. Umarım Redmond ve Kingsport’u severim Gilbert ama sevmeyeceğimden eminim.”

      “Senin felsefene ne oldu Anne?”

      “Devasa bir yalnızlık ve yuva hasreti dalgası ile birlikte derinlere battı. Üç yıl boyunca Redmond’a gitme arzusuyla yanıp tutuştum. Şimdi ise gidiyorum ve keşke gitmeseydim diyorum. Boş ver. Güzelce bir ağladıktan sonra tekrar neşeli ve felsefi olurum. Ağlamam lazım. Fakat önce kalacağım yerdeki yatağıma ulaşmam gerekiyor. Sonra Anne eski hâline dönecektir. Acaba Davy saklandığı dolaptan çıkmış mıdır?”

      Trenleri Kingsport’a vardığında saat dokuz olmuştu. Kendilerini istasyon kalabalığının mavi beyaz parlaklığının ortasında buldular. Anne feci bir hayrete kapılsa da bir anda Priscilla Grant tarafından yakalandı. Priscilla, Kingsport’a cumartesi günü gelmişti.

      “Buradasın canımın içi! Sanırım benim cumartesi günkü yorgunluğumu taşıyorsundur üzerinde.”

      “Yorgunluk mu? Lafını bile etme Priscilla! Yorgun, taze ve köylüyüm üstelik sadece on yaşındayım. Tanrı aşkına zavallı, bitkin dostunu düşüncelerini duyabileceği bir yere götür.”

      “Seni hemen pansiyonumuza götüreyim. Dışarıda bir araba hazır.”

      “Burada olman büyük lütuf Prissy. Eğer olmasaydın şuracıkta bavulumun üzerine oturur hüngür hüngür ağlardım. Yabancıların ıssızlığında tanıdık bir yüz görmek ne kadar da güzel!”

      “Şuradaki Gilbert Blythe mı? Geçen yıl ne kadar da büyümüş öyle! Ben Carmody’de öğretmenlik yaparken sadece bir okul çocuğuydu. Şu da tabii ki Charlie Sloane. Hiç değişmemiş ya da değişememiş. Muhtemelen doğduğunda da böyle görünüyordu, seksen yaşına geldiğinde de böyle görünecek. Buradan gidiyoruz canım. Yirmi dakikaya evde oluruz.”

      “Ev!” diye inledi Anne. “Korkunç bir pansiyona ve pis bir arka avluya bakan daha korkunç bir koridordan bozma bir odaya gidiyoruz demek istedin galiba.”

      “Korkunç bir pansiyon değil Anneciğim. Arabamız burada. Atla bakalım, sürücü bavulunu alır. Pansiyona gelince, türünün çok güzel bir örneğidir. Güzel bir gece uykusu karamsarlığını tozpembeliğe çevirince sen de bunu kabul edeceksin. St. John Caddesi’nde kocaman, eski usul gri bir taş bina. Redmond’a az yürüme mesafesinde. Bir zamanlar büyük insanların ‘ikametgâhıydı’. Şimdilerde ise moda St. John Caddesi’ni terk etmiş durumda ve caddedeki evler güzel günlerin sadece hayalini kuruyor. Binalar o kadar büyük ki içinde yaşayan insanlar içlerini doldurmak için pansiyonerler almak zorunda kalıyorlar. Bu ise ev sahibelerimizin bizi etkilemeye çalışmaları için yeterli bir sebep. Çok şahaneler Anne, ev sahibelerimizden bahsediyorum.”

      “Kaç kişiler?”

      “İki. Bayan Hannah Harvey ile Bayan Ada Harvey. Elli yıl kadar önce ikiz olarak dünyaya gelmişler.”

      “İkizlerden kaçamıyorum galiba.” diye gülümsedi Anne. “Nereye gidersem gideyim karşıma çıkıyorlar.”

      “Artık