gününde iyi olmak aldatıcı, güzel olmak boşunadır gibi geliyor bana.” diyen Priscilla sözlerini bir kahkaha ile sonlandırdı.
“Öğle yemeğinden sonra Eski St. John Mezarlığı’na gideceğim.” dedi Anne. “Bir mezarlığın neşelenmek için uygun bir yer olmadığını düşünsem de ağaçların olduğu tek yer gibi geliyor ve benim de ağaçlara ihtiyacım var. O eski taşlardan birinin üzerine oturur, gözlerimi kapatır ve Avonlea ormanlarında olduğumu hayal ederim.”
Ne var ki Anne bu söylediğini yapmadı. Çünkü Eski St. John’da gözlerini dört açmasını gerektirecek ilginç şeyler vardı. Giriş kapılarından içeri yürüdüler ve İngiltere aslan ambleminin üzerinde yükseldiği taştan yapılma devasa kemerin altından geçtiler. Anne ürpererek baktı. Daha sonra kendilerini rüzgârların hırlamayı sevdiği loş, serin ve yeşil bir yerde buluverdiler. Çimlerin uzadığı mezarların arasında ileri geri yürüyüp insanların şimdi olduğundan daha fazla boş vakte sahip olduğu zamanlarda kazınmış tuhaf mezar yazılarını okudular.
Burada merhum Albert Crawford Beyefendi’nin naaşı bulunmaktaydı, yazısını okudu Anne eskimiş bir gri mezar taşının üzerinde. Uzun yıllar majestelerinin Kingsport’taki mühimmat muhafızı olarak görev yaptı. 1763 barışına kadar orduda hizmetlerde bulunduktan sonra sağlık sorunları sebebiyle emekliye sevk edildi. Cesur bir subay, çok iyi bir koca, çok iyi bir baba ve çok iyi bir dosttu. 29 Ekim 1792’de, 84 yaşında vefat etti.
“Bak senin için de bir mezar kitabesi var Prissy. İçinde de kesinlikle hayal gücüne yer var. Böyle bir hayat nasıl maceralarla doludur kim bilir! Şahsi özelliklerine gelince, eminim methiyeler fazlasını belirtemiyordur. Merak ediyorum, acaba ona hayattayken bütün bu şeylerin ‘çok iyisi’ olduğunu hiç söylemişler midir?”
“Bir tane daha var.” dedi Priscilla. “Dinle bak…”
22 Eylül 1840’ta 43 yaşında vefat eden Alexander Ross’un hatırasına. 27 yıl boyunca sadakatle hizmet verdiği kişiden, en büyük güveni ve bağlılığı hak etmiş arkadaşından bir sevgi hatırası olarak yazılmıştır.
“Çok güzel bir mezar yazısı!” dedi Anne düşünceli bir şekilde. “Daha iyisi olamazdı herhâlde. Hepimiz bir şekilde hizmetkârız. Eğer gerçekten sadık olduğumuz mezar taşımıza kazınıyorsa daha fazlasına da gerek yok. Baksana hüzünlü, küçük bir taş var burada Prissy: En sevilen evladın hatırasına. Burada da var bir tane: Başka bir yerde gömülmüş olanın hatırasına dikilmiştir. Bu bilinmeyen mezarın nerede olduğunu merak ettim doğrusu. Hakikaten Pris, günümüzün mezarlıkları asla bunun kadar ilginç değiller. Sen haklı çıktın. Buraya sık sık geleceğim. Şimdiden sevdim bu yeri. Burada yalnız olmadığımızı görüyorum. Yolun sonunda aşağıda bir kız var.”
“Evet. Sanırım o kız bu sabah Redmond’da gördüğümüz kızın ta kendisi. Onu beş dakikadır izliyorum. Yaklaşık on kez bu yoldan yürümeye davrandı. En az beş kez de geri dönüp aşağı yürüdü. Ya korkunç derecede utangaç ya da vicdanında bir şey var. Hadi gidip onunla tanışalım. Sanırım bir mezarlıkta tanışmak Redmond’da tanışmaktan daha kolay.”
Koca bir söğüdün altındaki gri taşın üzerinde oturan yabancıya doğru yürüdüler uzun çimlerle kaplı patikadan geçerek. Kesinlikle çok güzeldi. Capcanlı, sıra dışı ve büyüleyici türde bir güzelliğe sahipti. Saten pürüzsüzlüğündeki saçlarında kestane ışıltısı vardı. Yuvarlak yanaklarında ise yumuşak, olgun bir parlaklık vardı. Tuhaf bir keskinliği olan siyah kaşlarının altındaki iri gözleri kahverengi ve kadifemsiydi. Yamuk ağzı da gül pembeliğindeydi. Şık kahverengi takımının altında modaya uygun küçük ayakkabıları göz kırpıyordu. Donuk pembe renginde hasırdan şapkası altın-kahverengi gelinciklerle çevrelenmişti. Şapkacı dükkânındaki bir sanatçının tanımlanamaz ve şaşmaz “tasarımını” andırıyordu. Priscilla iğne gibi batan ani bir farkındalıkla kendi şapkasının köydeki şapkacı tarafından yapıldığını hatırladı. Anne ise Bayan Lynde’in biçip kendisinin diktiği bluzun, yabancının şık kıyafetleri ile kıyaslandığında oldukça köylü ve ev yapımı olduğuna dair rahatsız edici bir hisse kapıldı. Bir an için iki arkadaş geriye dönmek ister gibi oldular.
Ne var ki çoktan gri taşa doğru yürümeye başlamışlardı. Geri dönmek için artık çok geçti. Kahverengi gözlü kız belli ki kendisiyle konuşmaya geldiklerini varsaymıştı. Derhâl ayağa fırlayıp onlara yaklaştı. Yüzündeki neşeli ve dost canlısı tebessümle elini uzattı. Gülümsemesinde ne utangaçlık vardı ne de vicdani bir yük.
“Sizleri tanımak istiyordum!” diye haykırdı hevesle. “Sizinle tanışmaya can atıyordum. Bu sabah Redmond’da gördüm. Sizce de çok korkunç değil miydi? İlk kez evlenip memleketimde kalmış olmayı diledim.”
Anne ve Priscilla bu şekilde bitirilen tanışma sözleri sonrasında kahkahalarla gülmeye başladılar. Kahverengi gözlü kız da gülmeye başladı.
“Gerçekten de diledim bunu. Evlenebilirdim isteseydim. Hadi gelin şu mezar taşını üzerine oturalım da tanışalım. Çok zor olmayacaktır. Birbirimize bayılacağımıza eminim. Bu sabah sizi Redmond’da görür görmez anladım bunu. Hemen yanınıza gelip size sarılmak istedim.”
“Neden sarılmadın peki?” diye sordu Priscilla.
“Çünkü bunu yapmaya karar veremedim. Herhangi bir şeye asla karar veremem. Kararsızlık illetine yakalanmışım. Bir şeye karar verir vermez diğer şeyin daha doğru olacağını ta iliklerimde hissediyorum. Bu çok büyük bir talihsizlik. Ama dünyaya bu şekilde gelmişim. Bazı insanların yaptığı gibi kendimi bundan dolayı suçlamam saçma olur. Yani her ne kadar istesem de yanınıza gelip sizinle konuşmaya karar veremedim.”
“Utangaç olduğunu düşünmüştük.” dedi Anne.
“Hayır, hayır canım. Utangaçlık Philippa Gordon’ın, kısaca Phil, sahip olduğu kusur ya da erdemlerden değil. Bana Phil diyebilirsiniz. Sizin isimleriniz ne acaba?”
“Kendisi Priscilla Grant olur.” dedi Anne işaret ederek.
“O da Anne Shirley.” dedi Priscilla aynı şekilde arkadaşını göstererek.
“İkimiz de adadan geliyoruz.” dediler aynı anda.
“Benim memleketim ise Bolingbroke, Nova Scotia.” dedi Philippa.
“Bolingbroke mu!” diye haykırdı Anne. “Orası benim doğum yerim.”
“Gerçekten mi? O zaman sen Nova Scotialısın demek ki.”
“Hayır değilim.” diye cevap verdi Anne. “Ne demişti Dan O’Connell, ‘Bir insanın at ahırında doğmuş olması onu at yapar mı?’ Ben dibine kadar adalıyım.”
“Pekâlâ, yine de Bolingbroke’ta doğmuş olmana sevindim. Bu, bizi bir şekilde komşu yapar öyle değil mi? Bu da hoşuma gider çünkü sana sırlarımı anlattığımda yabancıya anlatıyor gibi olmam. Sırlarımı da anlatmam lazım. Sır saklayamıyorum, denemek faydasız. Bu benim en büyük kusurum, az önce bahsettiğim kararsızlıkla beraber. İnanır mısınız buraya gelirken hangi şapkayı giyeceğime karar vermem yarım saatimi aldı, mezarlığa gelirken! İlk önceleri tüylü kahverengi şapkama meylettim ama onu takar takmaz gevşek kenarlı pembe şapkanın daha uygun olacağını düşündüm. Şapkayı iğneyle saçıma tutturunca kahverengiden daha çok hoşlandım. En sonunda hepsini yatağa koyup gözlerimi kapattım ve şapka iğnesini attım. İğne pembeye yerleşince pembeyi taktım. Uygun olmuş değil mi? Görünüşüm hakkında ne düşünüyorsunuz?”
Son derece ciddi bir ses tonuyla sorulan bu saf soru karşısında Priscilla bir kez daha kahkaha patlatıverdi. Ama Anne, Philippa’nın