Yasin Topaloğlu

Türkiye’yi Sarsacak 10 Gün


Скачать книгу

bir gün beklenmesi gerektiğini anlattı.

      Yurt dışından geleceklere zaman tanınması gerektiğini belirtti.

      Başta THY olmak üzere İstanbul’a seferi olan tüm hava yolu şirketlerinin bütün uçakları dolmuş, ek seferler konmuştu.

      İnsanlar bulabildikleri her vasıtayla akın akın İstanbul’a geliyorlardı.

      TCDD’nin yapıp işlettiği Musul-Kerkük, Kudüs-Şam-Halep, Tahran-Tebriz hızlı trenlerinde yer yoktu.

      TCDD ek seferler koymuştu.

      Bosna, Mostar, Priştine, Arnavutluk, Batı Trakya, Bulgaristan, Makedonya’dan otobüslerle insanlar İstanbul’a akın ediyorlardı.

      İstanbul valisi geçici olarak olağanüstü hâl ilan etti.

      Üçüncü havaalanının park yerleri çoktan dolmaya başlamıştı.

      Diğer iki havaalanında da benzer bir durum yaşanıyordu.

      Boğaz’daki üç köprü, Marmaray ve tüp geçitlerde otobüs, özel araç ve demir yolları harıl harıl Anadolu yakasına insan taşıyordu.

      İDO’nun koyup işlettiği Tel Aviv, Hayfa, Lazkiye, Antakya, İskenderun, Mersin, Antalya, İzmir, Söke, Çeşme, Ayvalık, Ecebat’tan, Odesa, Köstence, Varna’dan, Soçi, Batum, Trabzon ve Samsun’dan kalkan deniz otobüsleri bir süre önce Recep Tayyip Erdoğan tarafından açılan Kanal İstanbul’dan İstanbul’a giriyorlardı.

      Genelkurmay başkanı tören elbisesini giymişti.

      Seçilmiş ilk cumhurbaşkanı, Türkiye Devleti’nin ilk başkanı, TBMM’nin halife ilan ettiği Recep Tayyip Erdoğan’ın cenaze namazını o kıldıracaktı.

      İstanbul, İstanbul olalı böyle bir gün yaşamamıştı.

      İslam ülkelerinin bütün devlet başkanları, Avrupa devletlerinin liderleri, bilinen bilinmeyen bütün ülkelerin temsilcileri cenaze namazına gelmişti.

      Recep Tayyip Erdoğan yeni yüzyıla kalıcı tesirler bırakarak ölmüştü.

      HAYDAR DEDE’NİN DİYANET İŞLERİ BAŞKANI OLDUĞU GÜN

      Ali Haydar Demir, Munzur Çayı’nın kenarında oturmuş, içinde yaşadığı ikilemi nasıl çözümleyeceğini düşünüyordu.

      Babası bir Alevi dedesiydi.

      Ölümünden sonra kendi yerine geçmesini arzu ediyordu.

      Ali Haydar Tunceli’de hayatını sürdürmek istemiyordu.

      Elbet Tunceli’yi, yani doğup büyüdüğü Dersim topraklarını çok seviyordu.

      Lakin onun Dersim’i aşan hayalleri vardı.

      Dersim’de olmak, Munzur Çayı’nın kenarında kendisiyle hemhâl olmak ona en iyi gelen şeylerdendi.

      O, Dersim’in dışındaki dünyayı merak ediyordu.

      Hayallerinin peşinden gitmek, yapmak istediklerini gerçekleştirmek için Tunceli’nden ayrılmak istiyordu.

      Babasını, ailesini arkadaşlarını çok seviyordu.

      Mahrumiyet bölgesi de olsa, büyükşehirlerin sürgün yeri de olsa Dersim onun yüreğiydi.

      Dersim başkaydı.

      Dersim bambaşkaydı.

      Munzur’da bile su başka akardı.

      Dersim’den çıkmak, yüreğini geride bırakmak ağır geliyordu.

      Babası ve ailesi, Tunceli’den ayrılmaması için kendilerini paralıyorlardı.

      Ama o düşlerini gerçekleştirmek için, bu acıyı, bu ayrılığı, bu hüznü göze almalıydı.

      Başka analar ağlamasın, başka hüzünler yaşanmasın diye kendisi ağlamalı, kendisi hüzünlenmeliydi.

      Kararını vermişti artık.

      Üniversite imtihanlarında babasının ve tüm çevresinin mukavemetine rağmen Ankara Üniversitesinin İlahiyat bölümünü yazmıştı.

      Babası “El ne der oğul, erenler ne der! Sen Alevi dedesi çocuğusun, ilahiyatta okumak yakışık almaz!” demişti.

      Ali Haydar “Kerbela için, Seyit Rıza için, Hacı Bektaş için okuyacağım!” demişti.

      Akşam alacası yavaş yavaş hem Munzur’a hem de yüreğine çökmeye başlamıştı.

      Böylesi puslu havaları hiç sevmezdi.

      Apansız hüzünlenirdi.

      Apansız yüreğine kara bulutlar çöreklenirdi.

      Ay şavkını Munzur’a nakşediyordu.

      Munzur kıvrım kıvrım akarak türkülerini sessizce mırıldanıyordu.

      Babası anlatırdı; Munzur çok kanı yıkamıştı bağrında.

      Bir taraftan uçaklardan atılan bombalarla, öte yandan “Kemal’in askerleri”nce çok kan dökülmüştü Dersim’de.

      Her ev ya bir kayıp ya da bir mahpus vermişti o günlerde.

      Seyit Rıza, Elazığ’da, Buğday pazarında “Evladı Kerbelayıh. Bi hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir!” diyerek kendi tekmelemişti idam sehpasında kürsüsünü.

      Kerbela’da Hüseyin’e yapılanları hatırladı.

      Saltanatperest Muaviye seçilmiş halife Ali’ye biat etmemişti.

      Hz. Osman’ın kanından Ali’yi mesul tutmuştu.

      Hâlbuki Hz. Ali çocukları ve yakınlarıyla birlikte Hz. Osman’ı şakilerden, bağilerden koruyordu Medine’de.

      Kendisi Şam’dan bir askerî müfreze göndererek Medine’ye bir konaklık mesafede mevzilenmelerini ve kendisinden haber almadan müdahalede bulunmamalarını emretmişti.

      İsteseydi Medine’de sükûneti sağlayabilir, Hz. Osman’ın katline engel olabilirdi.

      Ama o kaostan yanaydı.

      Hz. Ali’nin hilafetini hiç sindiremedi.

      Kendisini Şam valiliği görevinden almasına içerledi.

      Sıffin’de Hz. Ali’yle cenge tutuştu.

      Yenildiği esnada Amr bin As’ın Kur’an hilesiyle kurtuldu.

      Haricilerin Hz. Ali’yi öldürmesi saltanatının yolunu açtı.

      Hz. Hasan’ı zehirletti.

      Ölmeden vasiyetinde “Büyükten ve küçükten, iyiden ve kötüden biatımızı yenileyesin. Ve buyruğuma itaat ettiresin. İtaat etmeyenleri hapis ve darp ile biat ettiresin. Ve sakın bunu geciktirmeyesin.” diye kötüler kötüsü oğlu Yezid’e salık vermişti.

      Yezid kıyımların en büyüğünü, en hunharcasını, en alçakçasını Kerbela’da işlemiş, Hüseyin’i cennete uğurlamış, kendisi için de cehennemin kapılarını ardına kadar açmıştı.

      Kalemler kurumuş, kâğıtlar künfeyekün olmuştu Kerbela’da.

      Fırat, dili lal olmuş gibi bakıyordu Hüseyin’e ve evlad-ı resule kılıç sallayanlara.

      Kaç kere hamle etmek istemişti Fırat, Hüseyin’in düşmanlarını önüne katıp götürmek, içine alıp boğmak için.

      Nasıl da serinletmek istemişti Hüseyin’in kuruyan dudaklarını.

      Katil ve cani Şimr, aziz Hüseyin’in aziz başını, aziz gövdesinden ayırdığında Kerbela toprakları bu katliama şahitliklerinden utandılar.

      Fırat kükredi, kükredi ve önüne kattığı her şeyi sürükleyip yok etti.

      Gökyüzü