yemek kalmış olmalıydı. Zor şer su içerek kendine geldi. Gözlerinden yaşlar akana kadar öksürtmüştü boğazında kalan şey. O kendine geldiğinde anlatmaya devam ettim:
“Baba adım Salim, esas memleketim Manisa. Bilecik’e nasıl geldim, kim tarafından bırakıldım, annem babam kimler, şu an neredeler, ne yaparlar bilmiyorum.”
Derin bir konuya girdiğini anlayan adam ufak bir öksürüşle sesini düzeltti:
“Kusura bakma kızım, seni üzdüm.”
“Hayır böyle düşünmeyin, bu benim hayatım. İnsan hayatını anlatırken üzülür belki ama anlatmaktan kaçmamalı.”
Ortamı tekrar neşelendirmek için birkaç girişimde bulundu Makbule Hanım:
“E hadi herkes yemeğini yediğine göre çaylarımızı içelim değil mi?”
Sofrayı toplamaya Makbule Hanım’a yardım ettim. Bu sırada Eşref ve babası balkona çıkmışlardı. Eşref sigara içiyor, babası da gece lambalarının aydınlattığı sokağa bakıyordu. Çay sofrası kurulduğunda Makbule Hanım balkona gidip Eşref’le Hulusi Bey’i çağırdı içeriye:
“Haydi beyler çaylar hazır.”
Çikolatalı kek yapmıştı Makbule Hanım. Güzel olduğu kadar maharetliydi de. Boş yere o kadar heyecan ve endişeye kapılmıştım, çok alıştım bu aileye, çok sevdim. Daha önce huzuru ve mutluluğu böylesine hissetmemiştim. Benim içimde hep karlar yağardı, karları durdurduğum zaman yağmurlar devreye girerdi. Ama bu ev baştan aşağıya güneşle boyanmıştı. Dört bir yanı sıcacık, insanın içini ısıtan sapsarı bir güneşle.
Çay sofrasının etrafında yerlerimizi aldık. Çayımı yudumlarken Eşref şöyle bir bakış attı bana. Sarı saçlarımı toplamış, siyah bir tokayla tutturmuştum. Minik yüzümde mutluluk görmüştü, mutlu olduğumu hissetmişti. Eşref beni bir başka seviyordu. Ürkektim, doğaldım, kibar sayılırdım, onun dikkatini bunlar çekmişti. Tüm sınıf dersteyken ansızın içeri girmiş, tüm sınıfın önünde beni sevdiğini söylemişti. Sınıfın alkışlarıyla beraber utancından kafasını önüne eğip yanaklarının pembeliğini kimseye göstermemeye çalışan bu kızı hâlâ çok seviyordu. O günkü gibi hissediyordu. Eşref’in okulda son senesiydi. Üniversiteye iki sene geç başlamış, istediği bölüm için iki sene beklemişti. Yirmi beş yaşındaydı. Aramızda altı yaş vardı. Ben henüz ikinci sınıf öğrencisiydim.
Kolundaki saate baktı Eşref:
“Saat epey geç olmuş, biz kalkalım, Füsun’u eve bırakacağım.”
“Tamam oğlum,” dedi Hulusi Bey. Masadan kalkıp hep beraber kapıya doğru yürüdük. Vedalaşma vaktinde Makbule Hanım bana sarıldı:
“Artık tanıştık, sevdik birbirimizi, yine gel kızım.”
“Tamam, çok teşekkür ederim her şey için, ben de sizleri çok sevdim.”
“Rica ederim kızım ne yaptık ki? Hep beraber güzel bir yemek yedik. İlerde daha da güzel şeyler yaparız umarım.”
Hulusi Bey söze karıştı:
“Bundan sonraki balıkları senin elinden yiyeceğiz ona göre. Pişirme sırası sende.”
Hafifçe utanarak, “Peki tamam, bundan sonra bende,” dedim.
“Sakın ha unutmayasın balıkları.”
“Yok unutmayacağım, her şey için çok teşekkür ederim, elinize sağlık her şey çok güzeldi.”
Arabaya bindik. Elimi tutup bir öpücük kondurdu Eşref:
“Bak, heyecan ve panik yapacak bir şey yokmuş değil mi? Memnun kaldın mı her şeyden? Seni üzen bir konuşma olmadı değil mi?”
“Evet, o kadar heyecanı boş yere yapmışım. Ailen çok güzel, çok sıcak, samimi, içten. Çok sevdim aileni.”
“Onlar da seni sevdiler inan bana, hem artık onlar senin de ailen.”
Arabayı çalıştırıp yola devam ettik. Bu kez şarkı çalmıyordu. Eşref bana döndü:
“Bu sene okuldan mezun olup askerlik görevini de tamamladıktan sonra artık işimi yapmaya başlayacağım. Senin de okulun bittikten sonra evleniriz. Sen okulunu bitirene kadar ben tamamen mesleğimi elime almış olurum, oturacağımız evimizi geleceğimizi her şeyimizi bir düzene koyarım. Evlendikten sonra hiçbir sorunla uğraşmayız.”
“Tamam sevgilim.”
İçim burkuldu, Eşref askere gittiği zaman kaç ay görmeyecektim onu. Okulun ilk yarısıydı henüz ama zaman çabuk geçiyordu. Eşref’in askere gideceğini düşündükçe gözlerim doldu. Eşref üzüldüğümü fark etti:
“Yapma böyle sevgilim, daha kaç ay var, hem ben kısa dönem yapacağım biliyorsun. Diğer türlü olsaydı o zaman daha kötü olacaktı öyle düşün bir de.”
“Evet haklısın aslında.”
İçimdeki burukluğu yok etmişti, ona sarılıp öptüm. Arabanın hızını yavaşlatmıştı çünkü evimin sokağına giriyorduk. Evimin önünde durduk. Tekrar sarıldım ona, öptüm ve ardından indim arabadan. Hafifçe eğildim:
“İyi geceler sevgilim, bu akşam için sana çok teşekkür ederim, iyi ki gitmişiz.”
Avucumun içine öpücük kondurup sevdiğim adama yolladıktan sonra eve doğru yürüdüm. Çok yorulmuştum. Aslında çok iş yaptığım için ya da çok koşturmacalı bir gün yaşadığımdan değil. Heyecan ve sorular yormuştu bedenimi. Heyecan yapacak ne vardı sanki, boş yere telaşlanmışım. Ne kadar güzel bir ailesi vardı. Ciddi düşünen her insan ister birbirlerinin aileleriyle tanışmayı. Hem bu kadar huzurlu ve mutlu bir aileyle tanışmak her şeyden güzeldi. Daha da şanslı hissetmeliyim kendimi. Mutlu olmalıyım. Elbiseyi çıkarıp eşofmanlarımı giydim. Düz pembe terliklerimi ayağıma geçirip elimi yüzümü yıkadım. Kendime bir kahve yapıp balkona geçtim. Dışarısı karanlıktı. Mahalleyi aydınlatan sokak lambaları vardı. Mahallede tek bir çocuk bile yoktu, oysa gündüzleri tam tersi, mahalle cıvıltı içinde oynayan çocuklar ve yaşam izleri ile dolu olurdu. Ama akşam öyle değil, herkesin köşesine çekilip dinlenme vaktidir akşam. Benim hayatım da akşam gibidir. Karanlık ve siyah. Gündüz olduğunu hiç görmedim hayatımda. Annesiz ve babasız büyüyüp tek başına yaşamaya çalışmanın neresinde olabilir aydınlık. Eşref’in ailesine çok özendim. Kıskanmak değildi hissettiğim. Bedenimin aç olduğu bir sevgiyi başka yerlerde görüp yokluğunu hissetmenin verdiği bir sızıydı. Kıskanmak çok başka bir şeydi. Ben sadece özendim. Kıskanmadım.
“Bitmesi Gerekiyor”
Eşref’ten sonra hayatımda çok şey değişmişti. Hayatıma giren tek erkekti o. Bir babamın olmayışını da sindirebilmiştim bazen onun sayesinde. Onun bende yeri çok başkaydı, bambaşka. Üniversiteye gelene kadar hayatım kâbus gibiydi. Kendimi kitaplara, derslere vermiştim. Kurtuluşum kitaplardaydı. Evet o kitaplar sayesinde bir yere geldim ve burada kurtuluşumu buldum, Eşref’i.
Yurtta kaldığım zamanlarda bir arkadaşım vardı, Goncagül. Aklıma düşmüştü, kim bilir neredeydi. Onu bir aile alıp gitmişti. Umarım ismini tam manasıyla yaşıyordur. Gülüyordur, mutludur. Ben de ismimi yaşadım hep, Füsun’la, efsunla, hüzünle yoğruldum. Ama artık kendime başka güzel bir isim bulmak istiyordum. Kimsenin bilmediği, sadece kendi içimde yaşatacağım bir isim. Birkaç saniye gözlerimi kapatıp düşündüm. Kendime Ala ismini koydum. Bundan böyle sadece benim bildiğim, içimde yaşayan bir Ala kız olacaktı. Anlamı gibi rengârenk olacaktı, çok renkli. Hiç kimse bilmeyecekti bu adımı.
Üniversiteye