Nurhan Incir

UNUTULMAZ


Скачать книгу

güzel vakit geçirmek istediklerini söylediler. İstanbul’daki akrabalarımıza da bahsettiler. Seni aile içinde görmek istiyorlar.”

      Elimde çay bardağı, yüzüme mutlu bir ifade yerleşmişti. Bardağı masaya bıraktım:

      “Gerçekten öyle mi? Sevdiler yani beni?”

      “Evet öyle sevgilim, niye, sevmeseler miydi yoksa?”

      “Bugünkü şaka kaldırma limitim doldu sevgilim.”

      “Tamam tamam sustum.”

      Karnımızı doyurduktan sonra sofrayı topladım. Bulaşıkları yıkayıp içeri geçtim. Sevdiğim adamın yanına, koltuğa oturdum. Eşref ışıkları kapatmış, televizyonu açmıştı. Evin içinde sadece televizyondan gelen ışık vardı. Başımı sevdiğim adamın omzuna yaslamıştım. Televizyonda Türkan Şoray’ın filmi oynuyordu, Tatlı Nigâr. Hafifçe başımı kaldırdım:

      “Daha önce izledin mi?”

      “Evet izledim yavrum birkaç kez.”

      “Ben de izledim. Hiçbir şey engel olmamalı sevgiye, sevmeye. Ne yaşanmışlıklar, yaşananlar, acı hatıralar. Bize sunulan hayatın acısına saplanıp kalırsak eğer güzel günlerimizi de beraberinde yok ederiz.”

      “Evet filmden çok güzel dersler çıkarmışsın sevgilim, engel olmamalı sevgiye yaşanmışlıklar. Bugün senin ağlamana sebep oldum, gözlerinden düşen damlalar için kızdım kendime, yapmamalıydım.”

      Gözleri gözlerimin içindeydi.

      “Geçti gitti artık kendini suçlu hissetme, kızma, unutalım. Olabilir böyle şeyler, insan güzel bir şey yapmak isterken yolunda gitmeyen şeyler olabilir düşünme artık.”

      “Olsun, yine de seni üzdüm.”

      Bunu söylerken saçıma bir öpücük kondurdu. Filmse televizyonda oynamaya devam ediyordu. Tam da Bulut Aras’ın tırpanla uzun otları biçtiği sahnedeydi film. İkimiz de susup dikkatlerimizi televizyon ekranına vermiştik. Ahmet, Nigar’a tırpan tutması öğretiyordu. Nigar tırpanla otları biçmeye gayret ediyordu. Otları biçmeye çalışan kadına baktı Ahmet. “Söylemesi bile zor ama seni her an daha fazla arzuluyorum,” derken kızın geçmişini sermişti gözlerinin önüne. Ahmet de bilmiyordu, bilemezdi. Geçmişini tekrar bedeninde yaşadığını hisseden kadınsa bağırdı: “İstemiyorum! Allah kahretsin hepinizi!” Tam bu sırada adam kadına yaklaşırken, kadın elindeki tırpanı adamın ayağına sapladı. Adamın feryadı mıydı ikimizi televizyona kilitleyen yoksa kadının geçmişinin verdiği acı mı?

      Reklamlar başladı. Biz sohbetimize devam ettik. Bir eliyle saçlarımı okşuyordu Eşref.

      “Artık okulda son senem. Üniversiteye başladığım zaman hiç böyle düşünmüyordum. Yani düşündüğüm tam olarak böyle değildi. Seni tanıdıktan sonra düşüncelerim değişti. Okuldan sonra askerliğimi yapmak ve ardından seninle hayatlarımızı birleştirmek için ne gerekiyorsa yapacağım. Artık düşüncelerimde bunlardan başka hiçbir şey yok. Böyle olması gerektiğini biliyorum ve istiyorum.”

      Sevdiğim adamı dikkate dinliyordum, elinin üstüne bir öpücük kondurdum:

      “Senin gibi birini tanıdığım için ve hayatımda olduğun için çok şanslıyım. Ben de seni tanıdıktan sonra çok farklı bakmaya başladım dünyaya, hayata, her şeye. Benim karanlık dünyama aydınlık oldun. Senden önce hep siyahtım ben, renksizdim. Kendime yakıştırdığım bir rengim bile yoktu. Karanlıklarda yaşıyordum sadece. Ama şu an sen benim aydınlığımsın, ışığımsın, rengim oldun. Yeşilim, mavim, kırmızımsın. Rengârenk bakabilmemi sağladın. Bana renkleri öğrettin, yaşamayı. Tek renge hapsolmuş, hapsedilmiş hayatımın renkleri oldun sevgilim. Bazen seninle konuşmadığımız zamanlarda da mutsuzluğa kapılıyorum. Tekrar karanlıklara gömülmek istiyorum, ama seni görünce ölüyor içimdeki karanlık, yok oluyor.”

      “Hımm pekâlâ, sevgilim söyle bakalım o zaman, ben hangi rengim senin için?”

      “Sen benim mavimsin. Gökyüzü kadar sonsuz ve huzurlu, deniz kadar durgun, bazen dalgalı, hırçın. En az deniz kadar huzurlusun. Baktığım zaman tüm hüznümü alan, sonu görünmeyen maviliğimsin benim. Renklerden mavimsin. Benimsin.”

      “Bu çok harika bir benzetme,” dedi Eşref. Dudakları, dudaklarıma dokunmuştu.

      “Yapacak bir şey yok yavrum, senin için deniz de olurum gökyüzü de.”

      Konuyu değiştirdim:

      “Sınavlar başlıyor, kütüphaneden izin alıp sınavlara hazırlanmam lazım. İzin alamazsam çok zor olacak benim için.”

      Eşref koltuğa yaslanmış beni dinliyordu:

      “Hallederiz yavrum, merak etme sen.”

      Saatler ilerledikçe ikimizin de uykusu gelmişti. Gece yarısını çoktan geçmişti. Sabahın üçüne geliyordu saat. Koltuktan kalkan Eşref gözlerini ovuşturdu:

      “Ben artık gideyim, sen de yat uyu.”

      “Bu saatte nasıl gideceksin, bırak kal burada, gitme.”

      İkili koltuğun hemen karşısında duran üçlü koltuğu açıp yatak haline getirdim. Yatak odasından getirdiğim çarşafı üstüne serdim. Yastığı da koyduktan sonra yorganı getirdim, çarşaf serili koltuğun üzerine koydum.

      “Burada mı yatacağım ben?”

      “Evet, niye sordun sevgilim? İstersen gel yanımda yat diyecek halim yok herhalde.”

      “Yok öyle demeyeceğim yavrum ama sen de burada yat, karşı koltukta.”

      “Tamam, bu olabilir, ikili koltuğa da ben yatak açarım.”

      Eşref çoktan yatağın içine girmişti:

      “Evet, hadi sen de yatağını hazırla.”

      Yatak odasına gidip kendim için çarşaf, yastık ve yorgan getirdim. İkili koltuğu açıp yatak haline getirdikten sonra, televizyonu kapatıp yorganın içine girdim. Sevdiğim adama doğru dönüktü vücudum.

      “İyi geceler sevgilim.”

      “İyi geceler yavrum.”

      Sabah uyandığımda karşı koltuğa baktım. Eşref yoktu yatakta. Kalkıp mutfağa gittim. Eşref kahvaltı sofrası hazırlamıştı. Saat on biri beş geçiyordu. O günkü dersleri kaçırmıştık. Kendi kendime söylendim:

      “Nerede bu adam? Ocağa çayı da koymuş, altını açık bırakarak gittiğine göre ekmek almak için çıkmış olmalı.”

      Balkona çıktım. Eşref gözükmüyordu. Çocuklar çoktan uyanmıştı, mahalleyi istila etmişlerdi. Oradan oraya koşturuyor, saklambaç oynuyorlardı. Saklanmak için her yere bakınıyorlar, yer arıyorlardı. İki kız çocuğu el ele koşup bir yer buldular. Karşıda duran virane ve kimsesiz evin açık kapısından içeri girdiler. Saklanıyorlardı güya, içerden gülme sesleri geliyordu. Sesleri onları ele verene kadar güldüler. Ne kadar masum, güzel, şanslıydılar. Akşam olduğunda onları eve çağıran anne babaları vardı. Aşağı yola doğru baktım, Eşref oradaydı. Tahmin ettiğim gibi ekmek almaya gitmişti. Eve doğru gelirken, mahallede koşuşturan erkek çocuklardan birinin kafasına dokundu. İç geçirdim:

      “Ona babalık pekâlâ yakışır. Mükemmel bir baba olur ondan.”

      İçeri girip Eşref’e kapıyı açtım. Eşref elinde poşetle karşımdaydı, güldü:

      “Günaydın yavrum, kalkmışsın.”

      “Sana da günaydın sevgilim, sen de kalkmışsın, kalktığın gibi masayı da donatmışsın.”

      Eşref