Asım Cakıpbekov

Biz Babasız Büyüdük


Скачать книгу

Çünkü edebiyat ve sosyal hayat hep iç içe geçmiş, birbiri ile bütün halinde olan ayrılmaz parçalardır. Yani sanatçı bir bakıma yaşadığı toplumun aynasıdır. Bu durumu genellemek elbette imkânsızdır. Sanat sanat için midir, toplum için midir? Bu soru yüzyıllardan beri sanatçının kafasını kurcalayan, ona yön veren önemli bir ayrıntıyı da işaret etmektedir. Belki özgür düşüncenin ve demokrasinin hâkim olduğu toplumlarda sanatçı istediği gibi kendisini ifade edebilme serbestliğine sahiptir, ama Sovyetler Birliği gibi sanatı ve edebiyatı propaganda aracı olarak gören totaliter zihniyetin hâkim olduğu yönetim şekillerinde bu böyle değildir. Acaba sanatçı kendisini istediği gibi ifade edebilir mi? Bu soru da kendi içerisinde karmaşık çelişkiler içeren başka bir probleme işaret etmektedir. Sovyetler Birliğinde yukarıda bahsi geçen totaliter rejimin sanat ve edebiyat üzerinde çok sıkı bir baskı uyguladığını biliyoruz. Buna rağmen Cengiz Aytmatov bütün dünyaca tanınan eserlerini kaleme nasıl aldı? Gün Olur Asra Bedel, Beyaz Gemi, Dişi Kurdun Rüyaları gibi Sovyet rejimini üstü kapalı da olsa eleştiren eserler yine bizzat Sovyetlerin sağladığı maddî imkânlarla basılmamış mıydı?

      Bu durumu açıklayan iki seçenek vardır: Birincisi, Partinin politikalarının seçilmiş Genel Sekreterin bakış açısına göre değişkenlikler gösterebileceği gerçeği, ikincisi ise Aytmatov gibi yazarların sistem tarafından algılanış biçimi.

      Öne sürülen birinci tez aslında kabul edilebilir gerçekleri de içerisinde barındırmaktadır. Stalin’in ölümünden sonra Parti Genel Sekreteri olan Huruşev’in, Stalin zamanındaki baskı politikalarına son vermesi, edebiyatçıları ve sanatçıları gerçekçiliğe çağırması, Stalin zamanında “halk düşmanı” olarak cezalandırılıp haksız yere çalışma kamplarına gönderilen ya da idam edilen aydınların aklanması için gerekli düzenlemeleri yapması toplum yapısında da kökten değişiklikler meydana gelmesine neden olmuştur. Bununla beraber Huruşev’in de bir iç darbe ile yönetimdeki yerini kaybetmesi ile yönetim anlayışındaki gelişmeler de farklı olmuştur. Zira Salican Cigitov’un “Cengiz Nasıl Ortaya Çıktı?” adlı makalesinde konuya dair ileri sürdüğü görüşler son derece dikkate değerdir:

      Nitekim Sovyetler Birliğini L. İ. Breciev ve M. A. Suslov’un yönettiği dönemlerde Stalin’in yönetim anlayışı ülkeye yeniden hâkim olmuş, ilmî düşünce, sosyal fikirler, sanat ve edebiyat üzerinde yeni bir baskı kurulmamış mıydı? Başka bir şekilde ifade edecek olursak Partinin XX. Kongresinde alınan radikal kararlarla gözü açılan Sovyet halkına yeniden körleş denilmemiş miydi? Ülkemizin gelişmesini pek istemeyen, Stalinizmin insanlar üzerinde kurduğu baskıya ve ruhî zindanlara yeniden girilmesini dileyen Parti çalışanları, iş sahasındaki yöneticiler, gazeteciler, ilim adamları, edebiyatçılar ve aydın olarak nitelendirilebilecek bir kısım tipler (böyleleri çok rahat bir şekilde bulunabilecek kadar çoktu) bunu fırsat bilip yeniden körleşiverdi. Sıradan insanlar ise her zamanki âdetleri olduğu üzere olan biteni bütün açıklığı ile gördüğü halde yalancıktan görmezlikten gelerek bu durumdan kurtuldu. Tepkisini Stalinizm zamanı ile alâkalı akıllarda kalan gülünç olayları son derece komik fıkralara dönüştürerek gösterdi. Elbette bu durumu, sıradan halk kitlelerinin yeniden kurulmak istenilen otoriter rejime, demokrasinin kısıtlanmasına, siyaset dünyasındaki vurdum duymazlığa şiirsel bir şekilde karşı çıkması olarak yorumlamak mümkündür. Diğer taraftan Stalinizm’in yeniden canlandırılmak istenmesine Sovyetlerin ilim ve sanat dünyasında önemli yerleri olan bazı aydınlar bütün güçleri ile karşı çıktı. Bu aydınların arasında Cengiz Aytmatov da vardı. 25

      Demek ki Parti politikaları üzerinde Parti başında bulunan genel sekreterlerin dünya görüşleri de son derece etkili oluyordu. Bu görüş açısı değişikliklerinden edebiyatın etkilenmemesi ise imkânsızdı. Sistem bunları görmezden gelemezdi elbette. Bu tür eserler kabul edilebilir bir şekilde yorumlanmalıydı. Zira bu yoruma göre Aytmatov eserlerinde sistemi eleştirmiyordu, Aytmatov eserlerinde sistemin nasıl ileriye gidebileceğini düşünüyor, gerçek bir vatanperver gibi meydana gelen aksaklıkları dile getirerek, daha iyiye nasıl ulaşılacağı sorusunu soruyordu.

      Bu yüzden son derece akıllıca yazdığı eserler demir perdenin diğer tarafında yaşayan kapitalist dünya tarafından çok başka, demir perde içerisindeki komünist dünya tarafından ise çok başka şekillerde anlaşılıyordu. Bu yazıda, alâkasız gibi görünmesine rağmen Aytmatov’u örnek vermek yazarın karşılaştırılabilir bir yapıya sahip olmasından ileri gelmektedir. Zira Kırgız edebiyatında Aytmatov’un yakaladığı başarıyı ve ünü yakalayan başka yazar yoktur. Onun eserleri birçok dile çevrilmiş ve hem içeride hem de dışarıda bir çok bilim adamına tahlil imkânı verecek kadar yankılar uyandırmıştır.

      Çalışmanın konusu olan Aşım Cakıpbekov’un yazarlığa adım attığı dönem Stalin’in öldüğü yıllara denk gelir. Koyu bir Stalin hayranı olan genç öğrenci, günlüklerinde Huruşev’in Stalin zamanı baskılarının sona erdiğini ifade eden mektubunu sert bir üslupla eleştirir. Zira çocukluk yıllarını ve ilk gençlik devresini Stalin zamanında geçiren bütün Sovyet gençleri gibi o da Stalin’e hayrandır. Genç bir üniversite öğrencisi, yazar olabilmek için ciddî bir şekilde ön hazırlık yapan bir idealisttir Cakıpbekov ve Stalin’i çok sevmektedir. Fakat aynı Cakıpbekov, Huruşev devri serbestliğinden yararlanarak kaleme aldığı “Aygaşka” adlı eserinde Stalin döneminde hayal bile edilemeyecek kadar sert bir üslupla sistemi eleştirir. Bahsi geçen baskı döneminde kaleme alındığı takdirde kendisini büyük bir ihtimalle bir çalışma kampına göndermeye yetecek kadar içerisinde delil olan bu eserini ondan sonraki dönemde yayınlayabiliyor olması, elbette yukarıda izahına çalışılan göreceli politikalar neticesinde ortaya çıkmış bir çelişkidir.

      Cakıpbekov, sadece bir eserinde sistemi eleştirmiştir. Fakat bu eserin basılabilmesi de yine yukarıdaki bakış açısı ile izah edilebilecek bir durum neticesinde mümkün olmuştur. Cakıpbekov’un eseri de hâkim ideoloji tarafından sistemin bozuk yanlarını gösteren, komünist toplumu daha iyiye götürmeyi amaç edinen bir bakış açısı ile kaleme alınmış olarak algılanır. Yani burada sisteme göre bir başkaldırı söz konusu değildir, samimi bir komünist ülkesinin daha ileriye gidebilmesi için gayret sarf etmiş ve bunu kendince dile getirmiştir.

      Cakıpbekov hayatın gerçekliğinden yola çıkarak kaleme aldığı eserlerini ideolojik bir bakış açısı ile yazmamıştır. İyi bir gözlemci olan yazar, eserlerinde hayal ürününe fazla yer vermemiştir. Bizzat kendi başından geçenleri olduğu gibi, gözlemlediği olayları da hikâyeleştirmiş ve eserlerini realizmin esasları doğrultusunda kaleme almıştır.

      Cakıpbekov’un eserlerinde rastlanılan bir diğer nokta ise, İkinci Dünya Savaşı sırası cephe gerisini, cephe gerisindeki sosyal gerçekliği yansıtmak olmuştur. Nitekim o, savaşta ağabeyini kaybetmiş, küçük bir çocuk olmasına rağmen cephe gerisinde yaşanılan sıkıntıları yakından hissetmiş, savaş sırasında yaşanılan yokluğu kendi gözleri ile görmüş ve tabii olarak bu durumdan etkilenmiştir. Esasında Aşım Cakıpbekov ile aynı yıllarda edebiyat dünyasında boy göstermeye başlayan birçok yazar ve şairin eserlerinde İkinci Dünya Savaşını anlatan epizotlara rastlamak mümkündür. Fakat Cakıpbekov’un eserlerinde cephe gerisinde çekilen sıkıntılar, fakirlik ve Sovyet insanının ülkesini nihaî zafere taşıyabilmek için verdiği mücadeleden çok insan gerçeği ele alınmıştır. Örneğin “Biz Babasız Büyüdük” adlı küçük hikâyesinde bir çocuğun gözüyle cephe gerisini anlatan Cakıpbekov, dikkatini insan olgusu üzerinde yoğunlaştırmış, babası savaşa giden bir çocuğun dünyasına girmeye çalışmıştır.

      Cakıpbekov’un hikâye kişileri gerçektir. Onun kahramanları insanüstü güçleri olmayan, olağan üstü