Asım Cakıpbekov

Biz Babasız Büyüdük


Скачать книгу

sınıfa olan hakimiyetini göstermek için midir ne, her zaman böyle ağır bir ses tonuyla konuşur, ciddî bir tavır takınırdı. Fakat bu halinin normal karakterine uymadığı ve özel olarak böyle davrandığı hemen anlaşılırdı… İşte bundan sonra “Acaba dersi dinlemeye kim geldi?” diye düşünmeye başladım. Arka taraftaki sıraları gizlice gözümün ucuyla süzdüğüm zaman bir çiçeğin üzerine konan beyaz bir kelebek misali tatlı mı tatlı bir hayal gözüme çalındı. Alıcı gözle bakmaya kalmadan Kamçıbek burnunu “şorr” diye çekmesin mi! Sınıftakiler yeniden gülmeye başladı. Öğretmenin de elinde olmadan yüz hatları gerilmiş, yanaklarında tebessüm eden bir ifade belirmişti. Gülümseyerek arka tarafa doğru istemeden bir göz attı. Kafasını bize çevirmesiyle yüzündeki gülümseyen ifadenin kaybolup yeniden ciddileşmesi bir oldu. Bunu gören sınıftakiler de hemen gülmeyi kestiler. Öğretmen, hızlı adımlarla karşımıza gelip dikildi.

      –Neden geç kalıyorsunuz?

      –Yolda… diye ne söyleyeceğimi şaşırmış, bir an için duraklamıştım ki Kamçıbek:

      –Annem… diye birden lafa karıştı. Birbirini tutmayan bahaneler bizi iyiden iyiye maskara etmişti.

      Öğretmen tam da beklediğim gibi özenle seçtiği tehdit cümlelerinden oluşan bildik nasihatlerinden birini çekti.

      –Oturun, bundan sonra derse geç kalmayın, diyerek nasihatini bitirdi. Fakat bugün sarf ettiği sözler özel bir itina ile seçilmiş, lafı döndürüp dolaştırmış, uzattıkça uzatmıştı. Öyle ya, ihtimal biraz önce gördüğüm tatlı siluet, yukarılarda bir yerlerde oturan büyüklerden birinin kızı olmalıydı.

      Öğretmen sözlerini bitirinceye kadar başımı kaldırıp biraz önce anlattığım kelebeğe, bir defa daha bakamamıştım. Fakat sıra oturmaya gelince böyle durumlarda bir türlü peşimi bırakmayan talihsizliğim yine ayağıma sarıldı. O da nesi, kaküllü saçlarına bağladığı bembeyaz kurdelesi tıpkı bir kelebeğin kanadına benzeyen, yüzü de o beyaz kurdele gibi apaydınlık, şirin mi şirin küçük kız benim sıramda oturuyordu. Ben hep yalnız otururdum. O ise benim sırama yerleştiği yetmezmiş gibi, üstelik bir de sıranın her zaman oturduğum tarafına oturmuştu. Üzerimde sallım süllüm duran gocuğumun bağlarını çözüp de kafamı kaldırdığımda, küçük bir ceylan yavrusununki gibi koca koca bir çift gözün önünde ne yapacağımı şaşırıp kaldığımı hatırlıyorum.

      O bir çift göz, derse geç kalmamı, üstümün başımın halini görüp, hepsinden de kötüsü sanki öğretmen hakkında hiç de iyi olmayan düşüncelerimi sezmiş, “Böyle de edepsizlik olur muymuş?” der gibi hayretler içerisinde bana bakıyormuş gibi gelmişti. Yüzünü doğru düzgün süzüp de ona bakamadım; bu yabancı kızın önünde nedense kendimi işe yaramazın biriymiş gibi hissedip mahcup oldum. Sıramın yanına geldiğimde elimde olmadan biraz duraksadım, fakat onunla göz göze gelmekten çekinerek aniden yanından geçiverdim.

      Gidip arkadaki sıraya oturdum. Oturdum oturmasına fakat yine de nefes nefeseydim. Belki de çoktan geçmesi gereken bu hal, yabancı kız yüzünden heyecanlanmamdan olsa gerek daha da beter hızlanmışa benziyordu. Nefes alışım büyük kursaklı ineklerinki gibi öyle gürültüyle oluyordu ki hemen önümde oturan kızın duymaması için kendimi sıktıkça sıkıyordum. Bütün bunların üzerine bir de dışarıdan gelip de gocuğumu çıkarmamam –o zamanlar sınıfta üzerimizdekileri çıkarmak nedir bilmezdik- yüzünden beni ter bastı. Sıcağı görünce burnumdan akmaya başlayan ılık su durmuyor. Burnumu çekeyim desem, “Çıkacak ‘şorultu’yu kız duyar mı acaba?” diye nefesimi tutuyor, kendimi sıkıyordum. Fakat ne kadar tutmaya çalışsam da burnumdan dudaklarıma doğru yavaşça süzülen ılıklığı hissediyordum…

      Bütün bunlar olurken kendi sıramda oturmadığımı fark eden öğretmen;

      –Surançiev, ne oldu sana?… Rüya mı gördün? Kendi yerine otur! diye beni azarlamaz mı?..

      İşte bu kadarı fazlaydı. Her yanımı ter basmış, burnum durmuyor… Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de bu haldeyken yabancı kızın yanına oturmak zorunda kalmak çok ağırıma gitmişti. Ya öğretmenin yabancı kızın gözleri önünde suçum olmadığı halde beni azarlamasına ne demeliydi!.. Rezil olmuştum.

      Öğretmen beni azarlarken sınıftakiler arkaya dönüp alaylı gözlerle bana bakmıştı. Fakat bunları önemsemedim. Yabancı kızla bir an göz göze geldik. Onun ise düştüğüm durumla alay etmekten çok bana acıyan gözlerle öyle bir bakışı vardı ki… Keşke yer yarılsa da içine girseydim. Herhangi biri gibi, hatta alaylı gözlerle baksa bile belki de ona bu kadar gücenmeyecektim; fakat ben sanki çok acınacak bir duruma düşmüşüm de onun da içi sızlamış gibi bana böyle bakması, beni zavallı biri olarak gördüğünü gösteriyordu.

      O zamanlar inatçının tekiydim, böyle durumlara düştüğümde canım çok sıkılırdı. Sinirlendim. Çok kinlenmiş, hırslanmıştım. Öğretmene içimden söylemediğimi bırakmadım. İki karış suratla ayağa kalktım ve beklemeye başladım.

      Fakat, bizim yalaka öğretmen sınıfa yeni gelen kıza;

      – Siz… Ön tarafa oturunuz. Evet, evet şuraya, öne gelin lütfen, diyerek, sanki bir suç işlemiş de af diliyormuş gibi kısık bir sesle rica etmeye başladı.

      Kendisinden büyük bir kişinin, üstelik öğretmeninin böyle davranmasını yadırgadığı her halinden belli olan kızcağızın yüzü kıpkırmızı olmuştu.

      Ortada, üç garip hâl vardı: Birincisi, sanki amirinin karşısındaymış gibi eğile büküle konuşan öğretmenin durumuydu ve ben onun bu haline hem gülmek istiyor, hem de epey sinirleniyordum; diğer taraftansa zor duruma düşmüş, işin içinden nasıl çıkacağımı bilemezken yeni gelen kızın sıramı boşaltıp ön tarafa oturacak olması, bana rahat bir nefes aldırmıştı. Sonuncusu ise; aslında daha önce hayatında hiç şehir görmeyen küçük bir çocuğun kafasında, şehir ve şehirlilerle alâkalı kurduğu hayallerden olsa gerek çok aptalcaydı. Yabancı kızı gördüğüm andan itibaren kafamda, sanki o benden yüksek seviyede biriymiş gibi bir düşünce belirmişti. Yabancı kızın, öğretmenin sözlerinden sonra kıpkırmızı olan yüzünü görünce “Bu da aynı benim gibi utanıyormuş ya” diyerek, derin bir nefes almış, rahatlamıştım.

      Kız, hiç sesini çıkarmadan başını önüne eğip ön taraftaki sıraya gitti ve Kamçıbek’in yanına oturdu. Zilin çalmasıyla öğretmen sınıftan çıktı. Sınıftakiler âdetleri olduğu üzere her zamanki gibi gürültüyle oraya buraya koşmaya, oyun oynamaya başlamışlardı. Kamçıbek de yerinden kalkıp koşanların arasına giderken birden yeni sıra arkadaşına döndü;

      –Oo, senin adın ne bakalım? dedi. Kamçıbek’in kaba saba hareketlerinden hoşlanmamış olacak ki yabancı kız hayretler içerisinde Kamçıbek’e bakıp yüzünü buruşturdu ve cevap vermeden kafasını çevirdi.

      Eğer Kamçıbek’in yerinde ben olsaydım sanırım pancar gibi kıpkırmızı olurdum. Fakat o, ne kızın cevap vermemesine ne de kendi kabalığına aldırmadı bile, gidip oyun oynayanların arasına karıştı. Fakat Kamçıbek’in bu kabalığı sadece kızın değil, benim de tüylerimi diken diken etti. Yabancı kız hepimizi Kamçıbek gibi yabani zannedecek diye telaşlandım. Kız, oyun oynayanların arasına karışmadan bir kenarda sessizce oturdu ve sonra nasıl oldu, ne oldu tam anlayamadım, bir anda bana bakarak yanıma doğru yürümeye başladı. Ben de oyuna katılmamıştım. Kızın neyi düşünüp ne söylemek istediğini anlamaya çalışıyordum. Karşıma geçip işaret parmağını yanağına dayayarak küçük bebeklerin yüzünde beliren o tatlı tebessüme benzer bir gülüşle gözümün içine bakıp:

      –Ben