Asım Cakıpbekov

Biz Babasız Büyüdük


Скачать книгу

hatırlamıyorum, sonra pınarın soğuk suyundan içiyoruz. Biz ayağa kalktığımızda artık görünmüyor düşman.

      –Baba artık eve gideriz değil mi? diyorum ben.

      –Evet oğlum, diyor babam, Almanlar kaçtı, artık eve gidebiliriz.

      Sonra… Sonra nereye gittiğimizi bilmiyorum.

      Ertesi sabah uyandığımda kendi odamda, kendi yatağımda buluyorum kendimi. Yanımda hediyeler de Temir de yok. Başımda gömleğimi düzelten annem oturuyor.

      –Kalk, diyor annem, kalk güneş doğdu artık. Yatağımın sıcaklığı beni kendine çekiyor, biraz daha uyumak istiyorum. Yorgana sıkıca sarılıp yatağın diğer tarafına doğru sürünüyorum. Adeti olduğu üzere annem ne zaman soğuk ellerini koynuma sokup, beni ürpertecek diye bekliyorum. Fakat annem benimle ilgilenmiyor. Başımı kaldırıp ona baktığım zaman onu biraz önce bıraktığım gibi buluyorum. Gözlerinde iyiden iyiye seçilen bir hüzünle oturuyor. Gözlerinin altı şişmiş, böyle iç çekerek üzüntülü, uzun zamandır oturuyormuş gibi bir hali var.

      –Ana, diyorum, birden hatırlayarak, babama kavut göndermiş miydin?

      “Babama” derken annem birden başını çevirip bana bakıyor, o an ağlamamak için kendini zor tuttuğunu, biriken damlalardan gözlerinin parladığını görüyorum. Gülümsüyor annem, sallıyor başını hafifçe. Fakat bu gülümsemeden odaya bir hüzün yayılıyor. Hemen yerimden kalkıp boynuna sarılıyorum. Annem de beni sıkıca kucaklıyor ve fısıldayarak kederli bir sesle yavaşça konuşmaya başlıyor:

      – Baban, zavallı, zor durumda olsa gerek. Acaba ne haldedir?… Aç mı, tok mu?.. Ne yapsın, bunun adı savaş… Bizim Kök-Say değil ki… Mektupları da kesildi…

      Sonra konuşmama kalmadan başımı bağrına sıkıca bastırıp hasretle öpmeye başlıyor.

      –Sen ona mıkçıma31 vermiş miydin? diyorum, daha da sıkı sarılarak.

      –Verecek olsam yok ki… Rüyama girdi… diyor annem.

      –Ben rüyamda yufka vermiştim, diyorum kafamı kaldırıp, övünç dolu gözlerle anneme bakarak.

      –Ahmağım benim, diye konuşuyor annem, başımı okşayarak, babana vermeden kendin yemişsin ya!

      –Hiii…

      Sonra… geceleyin Temir’le yaptıklarımız aklıma geliyor bir anda, o an dilim tutuluyor.

      Gerçekten de düşümde, pınarın başındayken babam benim verdiğim yufkadan yememiş, nedense bana darılmış gibi bakarak oturmuştu. Demek ki köyden gönderilen hediyelerden ona gitmemiş. Başka askerler doyana kadar yemiş, babama ise “Senin payını oğlun yedi” denmiş…

      Tüh!..

      O günden başlayarak kendimce babama azık toplamaya başladım. Anneme göstermeden biriktirdiğim azığı babama göndereyim, herkesi şöyle bir şaşırtayım, yaptığım ayıbı temizleyeyim, babama bir de mektup yazıp sevindireyim diye düşünüp gayretlendim. Yediğim ekmeklerden, kavuttan artırıp, yüklüğün yanındaki boşluğa saklamaya başladım. Bir gün baktım ki küçük küçük ekmek parçaları ben farkına varmadan epey çoğalmış. Ekmekler kurumuş, bazılarının üzeri küf tutmuş. Kavutun tadına baktım, o da ekşimiş. Anneme gösterip, sırrımı ortaya dökmek istemedim. Ekmekleri ayrı, kavutu ayrı bağladım ve bir de mektup yazdım:

      “Babacığım, karnın aç mıydı? Geçenlerde sana gönderdiğimiz azıktan az bir şey yemiştim, bana darılmadın değil mi? İşte, bu ekmekleri sana gönderiyorum. Bana darılma, tamam mı babacığım?.. Bir an önce evimize gel, iyi mi? Temir’in babası gelip gitti. Sen neden gelmiyorsun? Erlik gösterip sen de gel olur mu? Sonra bana Temir’inki gibi mızıka al, defter al, kalem al, öyle gel olur mu babacığım?”

      Hemen o gün yazdığım mektubu ekmeklerin arasına sıkıştırıp, ağzını iyice bağladıktan sonra, yükümü alıp postacı dedeye gitmiştim. Postacı dede sallanarak yürüyen atıyla ileriden görünmüş, önüne geçip selamlayarak karşılamıştım onu. Dede, selamımı alıp, uzun kirpiklerini beni nereden tanıdığını hatırlamaya çalışırcasına kırpıştırıp durdurmuştu atını.

      –Dedee, bunu babama verir misiniz?

      –Bu elindeki ne?

      –Azık…

      –Azık böyle gönderilir miymiş. Sen kimin oğlusun bakayım?

      –Aralbay’ın…

      İhtiyarın yüz hatları bir anda gerilmişti.

      –Aralbay’ın mı dedin?..

      O gün postacı dede “Vay benim başıma gelenler!” diyerek, kamçısıyla giydiği kaftanın eteklerini sert bir hareketle toplamış ve atını sürüp gitmişti. Elimde azık çıkını, tek başıma sokağın ortasında kala-kalmıştım. İhtiyar biraz gittikten ve benim anlayamadığım bir şeyler mırıldadıktan sonra atının yönünü bana çevirip yeniden yanıma gelmişti. Göz göze gelmemeye çalışmıştı benimle.

      –Gel, gel yavrum, kurbanın olayım, ver azığını, ver, demiş aceleyle elimden hazırladığım çıkınları alarak yüzüme bile bakmadan ayrılmıştı yanımdan.

      Akşamleyin annem işten gelince, “Sırrımı nasıl açsam, annemi nasıl sevindirsem?” diye düşünüyor, neşeyle gülümsüyordum. O sırada kapının önünde ayak sesleri duyuldu. Dışarıdan ihtiyar nineler ve dedeler geldi. İçlerinde postacı dede ve köyün muhtarı da vardı. Nedense korkmuşa benziyordu annem, gelenleri sorgulayan gözlerle süzüp öylece ayakta kaldı. Gelenler de bir an için ne yapacaklarını şaşırmışlar gibi anneme bakıyorlardı. Sonra kadınlardan biri beni dışarıya çıkardı, cebinden küçük bir ekmek parçası çıkararak tutuşturdu elime, yanağımdan öpmüştü. Yüzüme iki damla ılık su damladı. Tam o sırada içerden annemin acı çığlığı duyuldu…

      Sonraları Temir’in annesinin de böyle bağırdığını duymuştum.

      Git gide böyle çığlıklar köyün hemen her evinde sıkça duyulur oldu…

      İşte!..

      “Baban var mı?” diye sorduklarında “Yok!” demeye o günlerde alıştık biz…

      SALİMA

      … Ben o zamanlar on üç yaşındaydım. Salima da on üçündeydi. İkimiz de aynı sınıfta okumuş, aynı sırada oturmuştuk…

      Salimalar da bizim köydendi, ama o şehirde doğmuş. Babası şehirde önemli görevlerde bulunmuş; sonraları gözden düştüğü için mi veya tayini mi çıktı tam olarak bilmiyorum, yeniden köye gelmişlerdi. Onlar geleli bir yıl oluyordu. Babası ilçe merkezinde çalışıyor, karısıyla beraber ilçede yaşıyorlardı. Salima ise köyde, büyük annesinin yanındaydı. Ailesi şehirden geldikten sonra Salima, bir sene de ilçedeki okulda okumuştu. Bizim okula ise bu kış gelmişti.

      İkimizin aynı sırada oturmamıza da, yakın arkadaş olmamıza da kendisi sebep oldu.

      … Kışın en soğuk günleriydi. Dışarıda esen rüzgarın uğultuları duyuluyor, nefes kesen sert ayaz, ıslık çalar gibi insanın yüzünü yalayıp geçiyordu. Dersleri sabahları görürdük. Okulumuz köyün üstündeki küçük bir tepenin yamacındaydı.

      O gün okula gitmek için evden çıktığımızda elimizi ayağımızı donduran ayaza aldırmadan, Kamçıbek’le ikimiz soğuktan donmuş bir inek tezeğine “Kim önce vuracak?” diye itişip kakışarak oynamıştık.

      Üzerimde, artık eskimiş, kuzu derisinden yapılma; yakaları,