Asım Cakıpbekov

Biz Babasız Büyüdük


Скачать книгу

“Seni anneme söyleyeceğim” derdik. Annelerimizin hepsi de güzelliğinin en endamlı günlerindeki gelinler. Sabahtan akşama kadar işteler. Nadiren onları güldürecek bir olay yaşanmayacak olsa hepsinin de asıktı suratları. Issız evde sadece anne ile çocuk. Birbirimize destek olan yine biziz, ayrı düşecek olursak telaşa kapılırdık, rahatımız kaçardı…

      Bazı zamanlar akşama doğru oyun oynamak için sokağın başına çıkacak olsak otlattıkları bir iki hayvanın başını, ellerindeki bastonlarına dayanmış düşünceli gözlerle yere bakarak bekleyen ihtiyarları görürdük. “Sizin babalarınız taa uzaklardaki kan kaynayan yerde” derlerdi bizlere güneşin battığı tarafı göstererek. Gösterdikleri tarafa baktığımızda gerçekten de bulutların kırmızı renge boyandığını görürdük. “Artık sizin babalarınızın emanet canını bir defa daha görüp, onların ellerinden mezarımıza toprak görsek, öyle ölsek, Allah’a bin şükür ya” deyip ihtiyarlar yeniden kara toprağa bakmaya başlardı.

      Fakat “baba” denilenin nasıl bir şey olduğunu bilmezdik..

      Günlerden bir gün sınıf arkadaşım Temir’in babası gelmişti. Uzun boylu, geniş vücutlu birisiymiş. Parıldayan kara çizmeleri kar tutmuyor, her adımda “gıc gıc” ses çıkarıyordu. Vücudu demirden yapılmış gibi dimdikti. Gömleğinin iki yakasına iliklenmiş küçük yıldızcıklar vardı. Biz çocuklar bu adamın yanına yaklaşmaya çekinir, arkasından yürürdük. Temir ise elinden tutmuş, yanında gider, bizi kendine artık denk saymadığından görmezlikten gelirdi.

      – Baba… derdi o kolundan tuttuğu adama, bir şeyler söylerdi. Baba, nereye gidiyorsun?

      Babası gülümseyerek Temir’in kafasını okşar, -Yürü benimle… derdi.

      Bizim gözümüze Temir’in babası çok başka birisi gibi görünürdü. Annem söylemişti:

      –Senin baban da erlik gösterseydi, Temir’in babası gibi gelirdi. Bir ay kalıp gitse bile ne kadar iyi olurdu.

      –Neden göstermiyor?

      –Neyi?

      –Hani söyledin ya… erliği.

      Annem düşünceli bir halde içini çekmiş, -Ah kurban olduğum, öyle hemen gösterebilmek için elde değil ki bu, demişti.

      Fakat ben hiçbir şey anlamamıştım. Anneme bir daha sormak istesem de, yüzünün kederli olduğunu görünce vazgeçmiştim. Varmamıştı dilim bir daha sormaya.

      Babası olan çocuğun nasıl olduğunu sonraları daha iyi anladık.

      Defter yok, eski kitapların sayfalarına yazıyoruz; kalem ucu yok, kamışların ucunu sivriltip yazıyoruz; mürekkep yok, mısır koçanlarının kara köklerini ya da böğürtlenleri ezip yazıyoruz. Temir’in babası ise ona çok güzel bir defter alıp vermiş. Bakınca gerçekten de yaprakları parıldıyor, mürekkepli kalem denilen şeyi alıp vermiş, ne kadar yazarsan yaz mürekkebi tükenmiyormuş. “Bunların hepsini babam Almanlardan ganimet almış.” diyor Temir, imrenen gözlerimizin içine bakarak. Hadi bunlar neyse de gümüş balığına benzeyen çok güzel bir ağız mızıkası almış babası Temir’e, dudaklarına değdirsen bile hemen ses çıkarıveriyor. Fakat Temir bize vermiyor.

      –Versene, bir defalığına biz de üfleyelim, diyerek yalvaran gözlerle bakıyoruz Temir’e.

      –Vermem diyor, razı olmuyor Temir, elleriniz kirli, mızıkamı kirletirsiniz.

      Biz daha da ister oluyor, imreniyoruz. Peşini bırakmadan arkasından yürüyoruz. Daha düne kadar hemen hepimizden dayak yeyip gezen sulu göz Temir, bizim için ulaşılmaz yüce bir mevkide gibi görünüyor. İçimiz o kadar yanıyor ki Temir’in de mutluluğu biran önce bozulsun istiyoruz. Böyle mutluluğu şimdiye kadar içimizden kim görmüş, “Temir, mutluluktan nasıl oluyor da ölmüyor?” diye hayretler içerisinde kalıyoruz.

      Baba denilenin nasıl bir şey olduğunu Temir’in babasını görünce öğrendik.

      Köyde ne zaman ufak bir toplantı veya şenliğe benzer bir şeyler yapılacak olsa mutlaka Temir’in babası da çağrılır, her konuk gittiği evde şeref misafiri olarak baş köşeye oturtulurdu. Tabiî ki Temir de babasının dizinin dibinde. Ev sahipleri, gelinler birbirleri ile yarışırcasına cepheden gelen askere bono, yiyecek ikram eder, babasına eli yetmeyenler Temir’i sevindirip türlü yemekleri ağzına tıkıştırırlardı. Biz ise bunlar olurken kendi kendimize küsüp eşiğin önüne toplaşır, kendimizi alamaz, birbirimizin üzerine çıkar, içeride olan bitenleri izlerdik.

      Gel zaman git zaman o kadar kötü duruma düşmüştük ki, babası bir an önce yeniden savaşa gitse diye bütün çocuklar aynı şeyi diler olmuştuk.

      Bir ay sonra gitti babası Temir’in.

      Temir, çaresiz, eskisi gibi yeniden bizim aramıza karışır oldu. Fakat biz onu yanımıza yaklaştırmadık. Temir’e karşı içimizde biriken kinimizi kustuk.

      –Git buradan, git babana yap nazını!

      –Ee, artık baban gitti, ne yapacaksın bakalım?

      –Mızıkanı şimdi de mi vermeyeceksin?

      Fakat Temir, bizim ne halde olduğumuzu anlamaz, -Ne olmuş yani sizinle oynamadıysam. Eğer “er” ise sizin de babanız gelsin de görelim! derdi.

      Bunları duyunca sesimizi çıkarmadan kendi dünyamıza dalar, sonra hemen hepimiz babalarımızı düşünmeye başlardık: “O da erlik gösterip gelse olmaz mı?.. Eğer Temir’in babasının köyde nasıl karşılandığını bilecek olsa bir değil bin erlik gösterirdi, ama…”

      Babalarımız bilmiyordu bunları, üzüntü içinde beklettiler bizi.

      O sene kış çok ağır geçmişti.

      Köydekiler her ev başına para topladılar. Bu toplananlar cephedekilere gidecekmiş. Büyüklerde bir telaş, kalabalık… Biz çocuklar da onlara bakıp telaş ediyor, arkalarında koşup duruyoruz. Cepheye gönderilecek para makbuzlarının üzerindeki asker resimleri çok ilgimizi çekiyor, hayretle bakıyoruz onlara. Üzerlerinde kurşunî renkli kaputlar var, başlarında demirden şapkalar, tüfeklerini doğrultmuş ileri doğru atılıyorlar. Tankların küçük resimleri de var, onlar daha çok ilgimizi çekiyor, “İçi sıcak olsa gerek, bizi de bindirip oynatsalar” diye düşünüyoruz.

      Sonra köy halkı askerlere hediye hazırlamaya başladı. Gelinler bir arada ev ev gezip verilenleri topluyor: Bir evden kısa yünlü gocuk, başkasından deve yününden dokunmuş eldiven, iki kat yün çorap… Köyde böyle giyinen insan görmek çok zor. Bütün bu giysilerin nereden çıktığına kimsenin aklı ermiyor. Yiyecek de topluyorlar: heybe heybe kavut30, yufka, tere yağı, kavurma. Böyle yiyecekleri dilimizin en son ne zaman tattığını hatırlamıyoruz bile!

      Bir mahallenin verdiği hediyeleri bizim eve toplayıp başına benle Temir’i gözcü diktiler. Oturuyoruz. İkimiz de kendi alemimize dalmış, ses çıkarmıyoruz. “Giydikleri, yedikleri eğer bunlarsa, asker olmak iyi bir şeye benziyor.” diyorum ben içimden.

      O sırada Temir konuşmaya başlıyor:

      –Ağzımın suyu akıyor, ne olduysa?

      –Bilmiyorum, benimki de aynı.

      Sonra ikimiz de anlaşmış gibi aynı anda heybelerden birinin dikili ağzını biraz açıp kavuttan epey bir tattıktan sonra yufkaların da tadına bakmaya başlıyoruz. İkimiz de çok susamış olacağız ki eşikteki su dolu kovanın içine düşen buzların çıkardığı şangırtılarla soğuktan titreyene kadar su içiyor, cepheye gönderilecek hediyelik elbiselere sarılarak yatıyoruz. Temir titreyerek babasının Almanları nasıl yendiğini anlatıyor. Onun anlattıklarını nereye kadar dinlediğimi hatırlamıyorum,