buğusu kimi obaları tamamen sararak gizlemiş, gözden saklamıştı. Yukarı doğru yükselerek konuşlanan on kadar obanın pek çoğu yatmıştı. Ateşler sönmüş, tünlükler örtülmüştü. Sadece arada sırada değişik yakalarda köpek saldırtan nöbetçinin uykulu sesleri geliyordu. İtler de pek fazla ürümüyordu.
İşle böyle, havada süzülür gibi görünen bölgeye yaklaştıkça netleşen türkünün şiddeti artıyordu. Yiğitler at koştururken anlamıştı, bu bir kadın sesiydi… Sügir’in obası ortadaki çok evli obaydı. Türkü buraya doğru çağırır gibiydi.
Fakat iki yiğit Sügir obasına iyice yaklaştığında türkünün burada değil tam yanındaki obada söylendiğini fark etti.
Oralbay türkünün Sügir obasından başka bir obada söyleniyor olmasını önemsemedi. Çünkü o dinleyerek yakınlaştıkça çok güzel bir kalıp içinde söylenen türkünün her nağmesinde Kerimbala’nın üslubunu duyuyordu.
Sabırsız yiğit, iradesini boşa çıkaran ve uzaktan çağırarak yanına kadar getiren türkünün yüreğini yanıltmamış olması dolayısıyla şükreder gibiydi. İçinden “ne güzel uğur oldu. Yüreğinin, şu karanlık gecede, böylesine büyük bir yaylanın kalabalık toplulukları arasında yolunu şaşırmadan gelerek yüreğimi bulması, çağırarak avlaması ne hoş oldu” diye düşünüyor, Kerimbala’ya dualar bağışlayarak ilerliyordu.
Vakitsiz bir zamanda atlarını burunlarından solutarak gelen iki süvari, türkü söylenen obanın bir sürü itini gürültüyle havlatmaya başladı. Fakat türkü o zaman da yavaşlamadı, kesilmedi. Bir sürü köpeğin var güçleriyle hınçlanarak havlayışı artsa da, obadaki diğer bütün sesleri gizlemeye çalışsa da, Oralbay şimdi Kerimbala’nın “Yirmi Beş” adlı türküyü söylediğini ayırt edebiliyordu. İtlerin saldırırcasına ürüyen huzursuz tantanası tam da o günlerde Oralbay ile Kerimbala’nın çevresini saran soğuk dünyanın elverişsizliğine benziyordu…
Bu komşu obanın bir ergeni altıbakan salıncak kurmuş ve Kerimbala ile yengesi Kapala’yı bastanğıya davet etmiş. Genç topluluk deminden beri altıbakana tekrar tekrar Kerimbala’yı bindirip, türküsünü dinliyormuş…
İçlerinden “yakında gelin gidecek efendim”, “kıvrak genç, güzel ergen yabancı halkın içine karışacak efendim” diyerek Kerimbala’ya acıyan, fakat konuşarak dışa vurmayan Kapala’nın arkadaşı kızlar ve yengeler çoğunluktaydı. Çok iyi huylu ve akıllı bir yenge olan Kapala bugün türkü sırasını başka kişilere pek fazla vermiyor, sadece kendi görümcesinin elemlerini dökmesine müsaade ediyordu. Altıbakanın halatını kendi eliyle çekerek sallıyor, arada sırada sessizce dökülen gözyaşını Kerimbala’dan saklayarak siliveriyordu.
Oralbay işte böyle bir anda geldi… Ak atlı, ak topuzlu, ipincecik ve turna boylu delikanlı arkadaşından önce altıbakana ulaşmıştı. Oralbay burnunu temizlemek ister gibi tısırdayarak olduğu yerde dönen atının üzerinden tek hamlede iner inmez Kerimbala türkü söylemeyi bıraktı. Yiğit, ayın mecalsiz ak nurundan doğmuş gibi, buğu ile nurun huzur verici uyumundan peydah olmuş gibiydi.
Oralbay hızlı adımlarla altıbakanın yanına geldiğinde pek fazla bir şey söylemeden sadece gönlüyle, görünüşüyle ve hareketleriyle “geldim işte”, “gördün mü” der gibiydi.
Kerimbala hiç kimseden çekinmeden geldi, yiğidin elini tuttu, parmaklarını sıkarak altıbakana çekti.
Oradaki kalabalık sevinçle karışık merak duyguları içinde sırayı iki türkücüye verdi.
Oralbay “eridi gönlüm ak didarını görünce…” diye başladı, Kerimbala sesiyle bezeyerek peşinden söyledi. İkisinin özlemle dolup taşan yüzleri ay altında akpak olmuş, telaşlı bir heyecanla parlıyordu. Sanki abdal ağabeyleri unutulmaz Birjan yanlarına gelmiş, “eşinle ağar”25 diyerek erkeklik duasını etmiş ve bütün zorluklara karşı cesaretle adım attırmış gibiydi.
Kerimbala ve Oralbay pek çok türkü söylediler. Birbirini özleyen ve eleme gömülen yürekler sözle dile getiremeyecekleri dertlerini ve sırlarını birbiri peşi sıra söyledikleri türkülerle ifade ettiler. Bazen sıra alıp birbirini dinleyerek, bazen ayrılamayarak, meraklarına kanamayarak ve mahcubiyetle söylediler. O türküler ikisini kendinden geçirerek akıllarını ve iradelerini de aldı… Geleceğe yönelik hayata ilişkin kararlarını da verdirdi.
Abılğazı iki gencin yüzlerine uzun uzun baktıktan ve ahenkli türkülerini dikkatle dinledikten sonra “şu ikisini ancak ölüm ayırır” düşüncesine gelmişti.
Kendisi Akimkoca’nın hanımı Kapala ile arkadaşça oyunlar oynardı. Hakikaten yaşları da Akimkoca ile birbirine yakındı. Bu akrabaları ile daima karşılıklı saygıya dayalı iyi ilişki içindeydi. İşte bu ağabey bu yengeyle birkaç cümlelik konuşma neticesinde çabucak anlaştı, bütün gençleri kendileri yönetmeye başladı ve Kerimbala ile Oralbay’ı baş başa bıraktı.
Oralbay Kerimbala’nın ince belini sarıp sımsıkı kucaklarken kendisinin bu gece niçin geldiğini anlatmaya başlamıştı. Kerimbala çok konuşmadı:
– Canım, ziyalım, dedi ve ateş gibi yanan yanaklarını yiğidin yüzüne yapıştırdı. Gözleri yaşlıydı. Bir süre sonra gözyaşını yutar gibi oldu, boğazını temizledi, bütün dünyaya küstüğünü söyledi:
– Seninle benim başıma, Allah’ın sarartıp solduracağı gazap günü geldi yahu! Fakat aklım bin bir düşünceye bölünse, şuurum başımdan gitse de senden ayrılma imkânım yok. Niye geldiğini anladım. O gün bundan söz ettiğinde “utanç verici” diye düşünmüştüm. Artık kendin bilirsin… Başla! Biz de onların neslinden değil miyiz? Ervah yâr olsun, yârim, dedi.
Oralbay, kendisinin böylesine arzu ettiği kişiden “yârim” sözünü işitince alevlenmiş gibi oldu, soğururcasına öptü ve bir müddet sessiz kaldı… “Canım, yârim” dedi, Kerimbala’nın hevesle söylediği net sözleri fısıldayarak, ama büyük bir müptelalık hissettiren fısıltıyla tekrar etmişti…
Bu görüşmeden sonra bir gün geçti. Sonraki gece, yaşıtı üç yiğidi yanına alan Oralbay, Karşığalı’ya tekrar geldi ve Kerimbala’yı alıp kaçırdı. İki gencin aklını başından alan aşk ateşi bunları böyle bir aşamaya ulaştırmıştı. Oljay ahalisi ise sanki üstlerindeki gök yarılmış da başlarına yıldırım düşmüş gibi karıştı…
Kerimbala, “gri donlu alası” çok olan ve binlerce atlık sürüsü bulunan zengin Sügir’in kızıydı. Sügir’in kızını verdiği aile de Karakeseklerden Kambar’ın sağlam ve zengin bir ailesiydi. Onlardan kaç defa aygır sürüsü ile pek çok yılkı almış olan Sügir artık kızının gelinlik otağını kurmaya, “allayıp, pullayıp” göndermeye hazırlanıyordu.
Böjey ve Süyindik zamanından beri Jigitek ve Bökenşi boyları arasına çekişme soğukluğu düşmemişti. Fakat bu gençlerin şu seviyesiz davranışı Bökenşileri bütünüyle şahlandırmış, ateşe atmış gibiydi. O, herhangi bir Bökenşi de değildi, Sügir’di… Süyindik daha önce ölmüş olduğundan o günlerde dizginin çoğu Sügir’in hâkimiyetindeydi. Binlerce yılkılık sürüsü sayesinde “birisine boynundan”, “birisine sağrısından” vere vere yaşayan Sügir ağırlığı gittikçe artan zengin bir adam olmuştu.
Bu sebeple o; aşıp taşarak, kodamanmışlaşarak ve gururlanarak yaşıyordu. Son yıllarda Bökenşi boyu içinde hicivli bir yakıştırma ortaya çıkmıştı. “Sügir, zengin gösteren at