Muhtar Auezov

Abay Yolu 2. Cilt


Скачать книгу

ezgili, çok terennümlü “Yirmi beş” türküsünü uzatıyorlar, bazen nazı gösterişsiz, geniş nefesli “Janbota” türküsünü söylüyorlardı. Bazen de dik başlı, vuruşlu, rengârenk sesli “Jambas siypar21türküsünü coşturuyorlardı.

      Ağır aheste kalkarak deniz dalgası gibi etrafa yayılan bu türküler asil Birjan’ın sunduğu örnek hünerleriydi. Onun getirdiği hazineler bazen Emir ve Oralbay’ın şakıma sesleriyle yükseliyordu. Bazen de süzülerek zarifleşen, dalga dalga dönen, ama bir o kadar da güçlü olarak sergilenen ve alabildiğine uzak mesafelere kadar işittirilen ergen Balbala’nın, güzel bestekâr Ümitey’in ve kibarımsı Kerimbala’nın sesleriyle sır döküyorlardı.

      Hepsinin de şımarıkça sevinerek coşkuyla söylediği türküler bazen “hayat, hayat! Seviyorum seni! Ey sanatkâr kaldır başını, kanatlanarak arşınla semayı. Sazlı akşamda nazlı gönül açar sırlarını. Özgür, asil ve içtenlikli yürek sevdiğine hasret kaldı” diyor. Bazen de “neredesin ki? Tanı ve bul beni ey sevgili! Kara gözüm, kadrin ve kıymetin bende gizli” diyordu…

      Türküsünde; “afetimi göreyim, başa ne gelir bileyim” diyen kızın serdengeçtisi kimdi?

      Ya; “aklıma düştüğünde ey sevgili sen, Aç kurt gibi gezeyim dağları kollayarak ben” diyen ateşli yiğit kime seslenmişti?

      Yahut; “ak boz evin dışına çıkarak uğurlarken beni, ‘güle güle yârim’ deyişin akıldan gitmez sevgili” diyen vefalı yiğit ne hâldeydi?

      Veyahut; “eridi gönlüm ak didarını görünce” şeklindeki yürek sesleri, söyleyenlere de sorgulatıyordu şarkıların içinde yatan gizemleri.

      Nakaratlar ise “kara gözüm”, “ayım”, “şulem”, “sevgilim”, “kalmadı sabrım” diyerek bitkin düşürüyordu seven yüreği. Can verircesine söylüyorlar, bütün içtenlikleriyle son nefeslerini âşık oldukları sevgililerine seslenirken tüketiyorlar, can yakarışıyla son dualarını eder gibi şakıyorlardı…

      Marifetli delikanlı Akimkoca daha fazla dayanamadı. Kendisinin çok özlediği bir oynaşının Jigitekler arasındaki obasına yöneldi, atını kamçılayarak gitti. “Oynaştığı kızın yengesine daha geçen yıl bir kısrak aygır vermiş” denilen ve ozanlık yeteneği ile nam salan hovarda yiğit Akimkoca işte böyle biriydi. O, iki üç arkadaşını peşine taktı, Kerimbala ile Oralbayları ücrada bırakarak gitti…

      O akşamda, öğlen gibi temiz ve berrak akşamda parlak ay önlerini aydınlatırken, birinin sesi diğerine karışmadan türküler terennüm ederek giderlerken, gençliğe has nurları eritip birbirine ekleyerek coşan Oralbay sessiz ve sözsüz bir aşk aleviyle gelerek Kerimbala’yı kucakladı.

      Ömründe kimseye yakınlaşmamış, kimse için yanmamış olan Kerimbala o anda pürüzsüz ak bilekleri ile parmaklarını Oralbay’ın boynuna dolamış, alabildiğine ateşli dudaklarıyla soğurur gibi öpmüştü onu…

      Aynı akşamda, parlak aylı sır düşkünü akşamda Mırzağul ile diğer yoldaşlarını önden gönderen Emir ve Ümitey at üstünde gidememiş, ağır giderek geride kalmıştı. Aynı atadan türediği22 için yakınlaşmaları töreye uygun düşmeyen bu ikisi arasında kıvılcımlar saçılıyordu. Yasak koyan kaderin ağırlığı altında başbaşa kalan bu ikisi birbirine açılamıyor, içlerindeki ateşi tanıyamadan arzuyla yanıyorlardı… İkisinin bedenlerinde de iç çekişlerle kaynayan ve her nefeste döşlerine vuran sıcak bir dalga, can dalgası vardı. Yiğidin gücünü bitiren, nefesini tüketen, bütün mecalini götüren bu kudret ağırlığı sadece türkülerden destek alıyor gibiydi. İkisi de kendilerinden önce aynı yoldan geçen tutkun ve müptela insanların türkülerini ipek gibi alabildiğine hafif sırlara beleyerek, bir başka türlü bezeyerek söylüyordu.

      Sesleri akşama karışırken omuzları birbirine değerek at üstünde ilerliyorlardı. Gittikçe birbirine yakınlaşarak at süren bu ikisinin ağarıp bozaran, kızıllaşıp yanan yüzleri henüz dolunaya yetmeyen yeni ayın ışığında parıl parıl parlıyordu. Yakınlaşmakta olan üzengileriyle üzengi kayışları üzerindeki gümüş işlemeler bazen birbirine değerek “çın çın” ediyor, bazen de hep birlikte ay ışığını aksettiriyorlardı.

      Tobıktı soyu içinde Ümitey gibi giyinen kimse yoktu. Alabildiğine asil bir biçimde giyinmekle birlikte börkünü, şalını, kaftanını velhasıl tüm giyim kuşamını diğer genç kızlardan farklı bir biçimde yakıştırarak giyiniyordu.

      Emir’in içini gitgide kaynatan şey Ümitey’in ökçesi kıpkısa olan parlak cizlavitinin güzel bir biçimde burnuna doğru sivrilişi ve özellikle bu parlak cizlavit içindeki mesli küçücük ayağı idi.

      Parlak siyah cizlavit Ümitey’in güzelliğini, hususi bir üstünlüğünü ortaya koyan eklentiye benziyordu.

      Diğer herkes kamçılayıp gitse de türkü söylemek isterken hızlı gidemeyip geride kalan ikili bir ağaçlık dibinde, ay ile gölge arasında aydınlanıp gölgelenerek kalakalmıştı. Emir elleri titreyerek Ümitey’in dizgin tutan elini tuttu ve nefesi kesilerek derdini döker gibi “bir tanem! Ne diyeyim” dedi. Ümitey’in yüzüne birdenbire kan sıçradı, çabucak aklını başına topladı. Azıcık ümit verir gibi yapsa da irkilerek:

      – Yapma ziyalım, dedi. Yiğide, “ziyalım” deyişi; alışkanlık üzere söylenmiş bir söz gibi değil, bilakis candan söylenmiş bir söz gibi geldi. Fakat kız bir an içinde “vebal, vebal” diyerek altındaki kara yorgasını mahmuzlayıp kamçıladı ve ileri doğru akıtmaya yöneldi…

      Aynı akşamda, büyük sanatkârla ve tesirli türkülerle vedalaşılan akşamda, otağda kalan Birjan ve Abay’ın eğlence meclisinde Aygerim hâlâ türkü söylüyordu. O, ilk önce:

      – Ben söyledim ya! Benim için bu kadarı yeterli. Israr etmesenize Abay! Birjan ağabeyi dinlesek ya, diyerek birkaç defa ricada bulunmuş, geri durmak istemişti.

      Ama bu kadar kıymetli beğenilerden ve ısrarlardan sonra Aygerim, artık alabildiğine içtenlikle ve arzuyla dinlemeyi istemekle birlikte kendisinin söylemesinden de hoşlanmaya başlamıştı. Kulak vererek dinleyen, anlayışlı ve akıllı topluluk arasında özellikle kanatlanıyor, sevinçli bir tutkuyla söylüyordu. Son aylarda, dinleyen Abay olunca, onun yanında türkü söylemek; ondan aldığı esin, huzur ve mutluluk ateşine benziyordu.

      Birjan ve Abay birlikte dinlerken sadece ikisine ithaf ederek söylediği türküleri; her bir notasına bütün arzusunu, bütün saygısını ve hizmet duygusunu katarak söyler gibiydi. Seher vakti öz dalına konan ve kendisinin doğup büyüdüğü yuvanın yanında yetişen güllere söylercesine utanıp ürpererek şakıyan kumru, bülbül olur ya, tıpkı onlar gibi şakıyordu!

      Fakat tam da bugünkü akşamda türkü söylemek istemeyişi ve bundan çekinişi hakikat idi. Çünkü gündüz vakti Abay’a söylenen memnuniyetsizlik sözleri akşama doğru ona da söylenmişti…

      Abay gündüz vakti kendisine söylenenleri Aygerim’e bildirmemiş, acıyarak ondan gizlemiş olsa da Ayğız ve Dilda onu yanlarına çağırmış, sert, soğuk ve ağır sözler söylemişlerdi. “Abay’a söylenen söz tesir etmese de sana söylenen nasihat ile büyük sözü kulağından girer herhalde” demişler, “Bayşora’nın fakir kızı” olduğunu da, “maksadına ulaştığını” da eklemişlerdi. “Kibirlenme, bastığın yere dikkat et… Gözünü aç da bak, kimin tepesine çıkmak istiyorsun” demişlerdi.

      Aygerim’in hayatı