maksadıyla hususî olarak kurdurmuştu. Diğer konuklar, bugünkü öğle yemeğinden sonra, akşama doğru at binecekti. Çünkü Birjanlar ertesi sabah kendi yurtlarına dönmek için atlanacaktı. Bazaralı, Erbol ve Jiyrenşeler bu ayrılıktan önce Abay’dan “saygıdeğer konuklar bir akşam kendi başlarına kalsınlar, biraz dinlendikten sonra yola çıksınlar” diye ricada bulunmuşlardı. Abay da bunu makul karşılamıştı. Böylece bu toplantı; Tobıktı gençlerinin büyük bir usta olan yaz gibi sıcakkanlı asil ağabeyleri Birjan ile vedalaşma toplantısı idi. Bu sebeple demin Emir’i “Yirmi Beş” ile imtihan edercesine dinlemesi gibi, diğer solist ve sazende gençlerin hepsinin de hünerlerini yeni şarkılarla teker teker göstermesi gerekiyordu…
Emir söyledikten ve deminki hicivler ile şakalar dindikten sonra dombırasını alan Oralbay biraz dımbırdattı ve yanında oturmakta olan Kerimbala’nın şarkısına yol açtı.
Ümitey bu şarkının sözlerini maksatlı biçimde, çok büyük ve gizli bir sırrı ifşa eder gibi şüpheci bir üslupla dile getirdi. Dolayısıyla böylesi söz ve saz daha önce söylenmiş gibi değil, tam da şimdi, ilk defa burada söyleniyor gibiydi. Yeni doğan aycasına belirgin, kıl gibi nazik, ama iması açık bir sırrı vardı ve tam da şimdi gönlünün öz sesi gibi çıkmıştı.
Kunduz börklü, altın küpeli, en şık giyimli güzel kız yüzündeki öylesine nahif pembelikten ayrılarak ve yüzü buz kesmiş gibi ak pak olarak söylemiş, güzelliğine güzellik katan sağ yanağındaki kapkara beni apaçık belirginleşmişti.
Ev ahalisi bu şarkıyı da sessiz bir şekilde hislenerek dinliyordu…
Ümitey “artık bitiriyorum” dercesine aheste bir biçimde fasıla vermiş, sesini gittikçe azaltarak şarkısını bitirirken yüzünü birden çevirerek kapıdan başköşeye kadar birbirinin üstüne yüklenircesine oturan ve ayakta duran topluluğa şöyle bir göz atmış, sonrasında açık sesle ve nazikçe tekrar gülüvermişti.
O, böylece kendisi söyleyip sırasını savmakla birlikte, tam yanında, sağ tarafında oturan çiçeği burnunda gelin Aygerim’e dönerek:
– Türküler gezdi dolaştı söyleyicisine ulaştı efendim! Hadi bakalım, şimdi kendin söyle, demişti.
Bu sataşmayla birlikte evdeki herkes bir kez daha Aygerim’e baktı.
Kıyıdaki evlerin yaşlı kadınları da içeri girip kapı tarafına yerleşmiş, üst üste yığılmıştı. Birbiriyle:
– Gelin! Gelin söyleyecek, diyerek fısıltıyla konuştular. Emir Aygerim’in söyleyeceği şarkıya dombırasıyla yol açtı. Aşağı perdelerden ezgiler çalarak güzel bir “taksim” yapmaya başladı.
Aygerim mahcup olup kızararak Ümitey’e baktı:
– Bıraksana canım. İltifat ediyorsun, dedi ve çekingen bir tavırla usulca gülüverdi. Bunun üzerine Abay “nazar değmesin” der gibi imada bulunarak:
– Senin de sırandan kaçacak hâlin yok ya! En azından obanın dedikodusunu yapacağı bir mevzu olsun, dedi. Kendisi de içtenlikle dinlemek istediğini belirten bir kaş göz işareti yaptı. Birjan, Bazaralı, Balbala, Ümitey ve orada bulunan herkes gözünü ayırmadan Aygerim’in nur saçan yüzüne bakıyordu.
Özellikle, onun ışıltılı genç yüzündeki küçükçe kara gözleri unutulmayacak kadar güzeldi.
Çok kibarca bakan düşünceli ve pırıltılı gözlerinde farklı bir şule vardı. Yeni büyüyen gençlik ve körpelik çağındaki ak yüzlü, ak çehreli ve kara gözlü hanımlarda nadiren görülen bu şule bazen kül rengi gölgelerle renklenerek göz bebeğinin alt kısmında yuvalanırdı.
Bu; hızla geçen günahsız, kusursuz temizlik, nazik körpelik devranının bir lahza korunan ve daha sonra uçup gider gibi kaybolan, sönerek yok olan bir nişanesi idi.
Kara gözlü güzel çok olsa bile, bu oluş, bu vasıf nadir kişilerde tek tük görülürdü.
Abay gözlerini daima Aygerim’in yüzündeki diğer herkesten farklı olan bu nişaneye diker, ilgiyle bakardı. İçinden “‘yuvalı kara göz’, ‘nergiz göz’ diye buna diyorlar herhalde” diye düşünürdü. Aygerim böylesine nurlu ve ışıltılı gözlerle başköşedeki Balbala’ya bakarak türküsünü söylemeye başladı. Onun söyleyişinde türküye başlarken ki “hey hey” bile salınımlı bir nağme olarak yankılanıyordu.
Genç yârine boylu boyunca bakarak oturan Abay, bir kez daha aynı Birjan’ın türkü söyleyişindekine benzer farklı bir duyguya kapıldı, bir kez daha güzelliklere uzayan hayat resimleri dünyasına daldı.
“Ey sevgili, sana söylüyorum hey heyimi…”
Türkünün devamındaki sözler Abay’ın kulağından içeri giremedi. Olanı biteni dile getiren şey türkünün sözleri değil, ev içinde yankılanan ezgilerle seslerdi… Binlerce gümüş zil zarifçe salınarak şıngırdıyor muydu? Soyu tükenmiş ak kanatlı asil varlık gökyüzündeki güneşin parlaklığını mı aksettiriyordu? Yoksa bu simli şıngırtı nur saçarak sırlı semaya yönelen bilinmez sefere refakat etmeye mi çağırıyordu? “Versene cimri, sır dolu gövdeni! Kapanmış bir yüreğin, kaçınıp çekinen ve açılmadan yabanileşen can sırların var. Açsana yüreğini! Yücelere ve marifete çağırayım sesimle seni. Omuzlarına basan yüklerden, şu rehavet veren hâlden geçsene… O zaman… O zaman bu dalgalı ipek eşarp altındaki körpe güzel gibi, yanındaki yârin gibi, onun nergiz gözleri ve bülbülü şeyda sesi gibi, ak boynu ve allı pullu yüzü gibi yeni bir uyum ve aydınlık bir marifet dökülürdü özünden besbelli! Çıksana tereddüt etmeden, gizlenmesene eskisi gibi… Beni de özendir, sen de ferahlayıver, yükselsene hevesli! Sinmiş asil sanatını açsana, bu nazik ve gösterişsiz ışıklı gölgelik gibi” diyordu. Başkalarına bakarak söylese de nazını dileğini Abay’a ithaf ederek döküyordu.
Türkü bitmişti. Abay gözünü Aygerim’in yüzüne dikmiş “ak yuvarlak çenen niye hareketsiz kaldı? İncecik, güzel ve kıpkırmızı dudakların az önceki nazını niye tekrarlamıyor? Tertemiz, akpak ve kusursuz güzel dişlerin insanın içini kaynatan dizilişini niye gizliyor” dercesine uzun sorularla bakıyormuş gibiydi…
Türküsü biten Aygerim gülümseyerek kımız sundu ve Abay’ı bir kez daha kendisi uyandırdı.
Abay kendisine sunulan kımıza uzanan elini geri çekti, tahta kâseyi almadı. Kendisine gelerek kaşlarını çattı ve lafı uzatarak:
– Eyva-a-a-h, deyip gülüverdi.
Sunduğu kımızı almayan kocasından utanan Aygerim’in yüzü kızarmış, çekingen çekingen gülümsüyordu. Abay bunun farkına varınca onun elindeki tahta kâseyi çabucak aldı ve iltifat edercesine diğer koluyla eşine sarıldı, ipek şalının üstünden saygıyla omzunu sıvazladı.
Biraz önceki İyis nine dâhil olmak üzere, kapı önünde yığılmış olan yaşlı kadınlar:
– Kurban olayım gelin kız, dallı budaklı olasın!
– Allah gönlüne göre versin…
– Bu türkünle, bu güzelliğinle geç şu yalan dünyadan, diyerek dualar ettiler. Son duayı İyis söylemişti. Abay’ın dikkatini çekti ve İyis’e bakarak:
– Ya Pir! Bu İyis annemin duası ne kadar güzeldi. Aygerim buna “âmin” desene, dedi.
Aygerim çok nazik bir şükran duygusuyla İyis’e baktı:
– Âmin, nine, dedi. Kendisi birazcık geriye doğru sıkışarak yer açtı, ihtiyar İyis’i yanına çağırdı