Muhtar Auezov

Abay Yolu 2. Cilt


Скачать книгу

bu obanın eskiden beri maiyetindeki yoksul komşusu olan, şimdi bel fıtığı sebebiyle yattığı yer yatağında günden güne sararıp solan, kızböceği gibi sağa sola dönmeden kaskatı uzanan yaşlı ve kimsesiz Baytorı’nın oğluydu. Merak ve telaş içinde kuzularla ilgilenen çocuğun boğazından bütün gün bir lokma geçmemiş olsa bile türkü dinlerken açlığını unutmuş gibi tayının üstüne yatmış ve uzun süre dinlemişti. Obaya gelip, attan inip, eve yaklaşarak dinleyemezdi. Koyunlar obadaydı. Boyunlarından birbirine bağlanmış olan koyunların arasında helkisini kaldırıp belini bükerek yürüyen, sıcak güneşin altında başı kavrularak sağım yapan yaşlı annesini arada sırada görüyordu.

      Obaya gelse kuzular meleşmeye başlardı. Böyle olursa, başına gelmeyen bela kalmazdı. Bu yaz iki defa dikkat etmeyip kuzuları melettiğinde Maybasar’dan işittiği küfür ile yediği dayaklar da aklındaydı. Şimdi kalabalık kuzu sürüsü Barlıbay nehrinin kıyısında sükûnetle yatıyor gibiydi. “Meleşmezler” diye güvenen çocuk tayıyla çitlerin başına kadar yaklaşmış, türkü dinlemeye koyulmuştu. Yorgunluk ve yalnızlık bezginliği çeken küçük çocuk kendi kendisini unutmuşa benziyordu. Uyku ile uyanıklık arasında meçhule dalmış, uzun süre öylece kalakalmıştı. Türkü sesinden başka her türlü sesi aklından çıkarıp atmış gibiydi. O, bu hâlde dururken bağırarak arkasından gelen öfkeli ve sert bir ses duydu. Yüğrük ve semiz bir atla dörtnala, bağırarak ve heybet göstererek gelen yine Maybasar idi:

      – Babanın… ! Başı türküde kalasıca, senin gibi sümsüğe de mi lazım türkü! Gözünü oyarım, diyerek ve uzun değnekli kamçısını havada döndürerek geliyordu. Korkusundan aklı başından uçan çocuk, can havliyle arkaya doğru irkilince düşeyazdı. Birden başını kaldırıp etrafa bakınca Maybasar’ın hiddetinin sebebini de görmüştü. Az önceki bir vakitte su kıyısında serilip yatan kalabalık kuzu sürüsü şimdi nehir gibi akarak ve yüksek sesle meleşerek obaya doğru geliyordu. Kuzularının sesini duyan birbirine bağlı koyunlar da meleşmeye başlamıştı.

      Zehir saçarak gelen Maybasar “o kuzulara bakmadın, melettin” diye Baysügir’i kamçılamaya başladı. Acımadan vurduğu kamçı Baysügir’in sırtını kılıçla dilmiş gibi sızlatınca, zaten korkmuş olan çocuğun feryadı ile gözyaşı birlikte çıktı:

      – Ağabey, ay! Ağabey, öldürecek misin, derken yuvarlanarak düştü tayından. Maybasar atının önüne kattığı çocuğu bir taraftan dövüyor, diğer taraftan bağırarak kızıyor, yedi sülalesinden kimseyi geride bırakmadan hakaretler ediyordu…

      Kunanbay hacca gittiğinden beri bu obanın ev içindeki işleriyle ilgili yönetimi sert ve kibirli Ayğız’a, dışındaki işleriyle ilgili yönetimi ise her işe “göz kulak olan” Maybasar’a geçmişti. Maybasar, “hayvan bakıcıları ile hizmetçiler Kunanbay’ın yokluğunda gevşemesin, tembellik etmesin” diye, son yıllarda bu obanın yılkıcılarını, koyuncularını, devecilerini, kısrakçılarını ve hatta kuzucularına kadar tüm çalışanlarını her göçüş konuşta korkutuyor, canından bezdiriyordu. Küçük Baysügir bile bu yaz üçüncü kez Maybasar’ın bu hünerine muhatap oluyordu…

      Kuzular meleşiyordu. Çocuğu ve atını çınlata çınlata kamçılayarak döven Maybasar devamlı bağırıyordu. Baysügir’in obada koyun sağan yaşlı annesi dövülmekte olan oğluna acıyarak can havliyle ayağa fırlamış, elindeki helkiyle birlikte seğirterek onlara doğru geliyordu. Evde yatmakta olan Baytorı da Maybasar’ın evladını yine dövdüğünü işitip rahatsız olmuş, ama yerinden kalkamamıştı:

      – Muradına ermeyesin Maybasar! Küçücük evladımı yine zırlattın! Kan emici Maybasar, diye dertlenmişti.

      Baytorı, biraz önce kuzuların vakitsizce meleştiğini duyunca çocuğunu düşünmüştü. “Uykusunu alamadan gitti. Uykuya mı daldı, yoksa tayından mı düştü” diye vehme kapılmıştı. Karısının da “Maybasar yine dövüyor efendim oğlanı. Küçücük çocuğumu atın önüne katışına bak hele! Biçare, zavallı biçare” diyerek koşturduğunu duyabiliyordu.

      Koyunlar, ak evlerden uzakta, bu obanın gösterişsiz evlerinin de ilerisinde, Baytorı’nın evine yakın yerdeki barınaklarında sağılıyordu. “Ak evler bağrış çığrıştan uzak olsun” diyen Ayğız ve Kaliyka koyunları hizmetçi komşuların evleri civarında çatılan çitler arasında sağdırıyordu.

      Yatalak olan Baytorı, kendi hastalığı sebebiyle de beddua etti:

      – Ey, Öskenbay evladı! Bu rezil hastalığa senin yılkılarının ardında karlara belenip buzlara yaslanarak yaşarken kapılmadım mı? Çiy düştüğünde, kara kış gecelerinde boz kırağı kaşı gözü bürüdüğünde “ağılın önünde koyunlarını bekleyeceğim” diye yakalanmadım mı? Nesepsiz Maybasar! Zehrinle beni bitirdin, şimdi küçücük evladıma mı yettin? Tohumumun tohumuna ulaştı ya senin cehennemin! Hüda, Hüda değil! Sen oldun yahu beni kıldan ince kılıçtan keskin sıratına alan fani Hüda, kulağı kesik Hüda! Varacak yerin olmasın Maybasar! Cehennem ateşine attın bir daha, dedi… Çenesi titredi, yüzü ekşidi. Sırtüstü yatar vaziyette gözlerini kapatıp başını yumrukladı, sessizce ağladıkça ağladı…

      Ayğız ve Kaliyka’nın kızgınlığına aldırmadan türkü dinlemeye giden yaşlı İyis, bu sırada konuk evlerine yaklaşmıştı.

      Bu evler bütün obadan ayrıydı. Ayrıcalıklı hürmet gösterilerek ağırlanacak konuklar için kurulmuş evlere benziyordu. Dört ev arasında da germeler çatılmıştı. Altı kanatlı ve nakışlı kiyiz evi ortaya alarak kurulan bir grup evin tamamının yanında yığılı eyer takımları vardı. Bu eyer takımlarının teğeltilerine ve kısımlarına bakıldığında, alışılmış erkek eyer takımlarından ziyade kadınların bindiği türden eyer takımlarının daha fazla olduğu anlaşılıyordu. Yanları parlak gümüşlerle, nice türlü akik taşlarla bezenen kadın eyerleri çok gibiydi. Germelere bağlı duran atlara bakıldığında ise bu evlerde bulunan konukların şimdi değil, daha önceden geldiği görülüyordu.

      Bu evlerin yanında ve çevresinde dolaşan kişi sayısı azdı. Sadece ateşleri yanmakta olan tandırların üstüne pek çok kazan asan ve büyük sarı semaverleri tütüterek kaynatan kadınlar görünüyordu. Yırtık elbiseli iki üç tezekçi, kazancı…

      Konuksever dört evin üçü boştu. Bütün konuklar ortadaki evde toplanmıştı… Kalabalık kitleyi başına toplayan türküler daha hâlâ söyleniyor, ırgalanarak dalgalanıyordu.

      Tandırların başındaki aşçılara yaklaşan İyis, semavere çalı çırpı koymakta olan kızıl saçlı kadına:

      – Yeni gelen genç gelin türkü söyledi mi, diye sordu. Kadın başını çevirmeden:

      – He, söyledi. Hiç durur mu dersin? Söyletmeden bırakmazlar ki, dedi. İyis imrense de şaşkınlıkla konuştu:

      – Şu baybişeler bundan hoşlanmıyorlarmış ya. “Türkü söylemesin, şımarıklık etmesin” diye yasak koymuşlar diyorlardı ya…

      – Onlar “söyleme” dese de, buradakiler “söyle” diyor. Onun tercihine bırakmıyor.

      – Söylese keşke, kurban olayım, diyen İyis’i, onunla beraber gelen diğer nine de destekledi:

      – Onun sesini bir kez daha işitsek keşke! Kendisi de ipek gibi yumuşacık mizaçlı yahu, dedi. Konuşmaya katılan diğer hizmetçi kadınlar da:

      – Hepsi bir yana, bakıcı marabalar için iyi olmadı mı? “Siz, biz” diyerek aramıza giriyor, sıcaklık saçıyor, dediler ve yeni gelin hakkında