Muhtar Auezov

Abay Yolu 2. Cilt


Скачать книгу

dalgalanan ılgım gibileşerek masalsı hayal huzuruna doğru gümbürdeterek çekiyordu.

      Gençliğini, sınırsızca mutluluk duyduğu gençliğini yeniden bulmuştu. Özleyerek, sevinerek bulmuştu. Onu bulmakla birlikte kendi içinde sinir küpü gibi sıkışıp kalan ve soğukta bulduğu birine sarılmış gibi kaskatı donan şairliğinin de hücum edercesine kanatlandığını gördü. Şiirinde artık bir sınır çizgisi yoktu. Özgür kalarak mutluluğu bulmuş kapan kuşu gibi duygulanarak ve oynayıp zıplayarak gidiyor, kelimeleri şımartıyordu. Kolaylıkla kurulan ahenkli ritimler ve dizilen kafiyeler vardı. Buna nazaran hafifliğine bağlı olarak dönem dönem değişen, çarçabuk yön değiştiren ve onlara uyum sağlayarak gelişen şarkılar da geldikçe geliyordu aklına.

      Erbol’a söylediği “ben de bir ozan olmalıyım” sözünü ispat etmek istercesine şimdi gittikleri huzur dolu, uzun, güzel ve insansız yol boyunda fasılasız ezgiler buluyordu kendi içinden.

      Abay Orda dağından ayrılıp tam da Karavıl’a gelinceye, öğlelik yere ulaşıncaya değin ayılmadan, caymadan beste yaptı, şiir coşturttu… Nereden geçtiğini, nasıl gittiğini tamamıyla unutmuş gibiydi. Ancak Karavıl nehrinin yakasına ulaştıklarında hayal âleminden birazcık çıkıp, kendine gelmiş gibi oldu. Bu uyanış da huzurluydu. Bütün kış boyunca halkını ve memleketini çok özlemişti. Kendi doğduğu yeri ve etrafındaki bölgeleri… Kendisinin özellikle çok sevdiği Karavıl nehrini…

      Dizi dizi hatıralar gözünün önünden geçiyordu. Toğjan’ı ilk defa bu nehrin baş tarafında, şu uzaktaki yeşillenmeye başlamış olan Tüyeörkeş’de görmüştü. Bu Karavıl nehri taşmış, hiddetli akıntı gürüldeyerek giderken Abay masum çocuk temizliğiyle Toğjan’ı ilk defa öpmüştü. İşte o Toğjan! Yakıp kavuran, hayaliyle avunulan Toğjan bugün onsuz geçen yılları, çekilen acıları ve tasaları seraba dönüştürerek uçurmuştu. “Bunlar yok, bunlar beyhude. Ben hâlâ eskisi gibi körpe gençlik hâlindeyim. Aynı şekilde tertemiz kalbimle seni yeniden bulabilirim. Sevip imrendirerek mutlu edebilirim” diyerek geliyordu…

      Şiir ve hayal debisi artık açık düşünceye getirmişti.

      Abay farklıca bir güvenle Erbol’u şimdiki sırrına ortak etti. Geceden beri gönlüne düşen kararı söyledi. Bu, dünden beri bir öyle bir böyle savuran fırtınalı duygunun getirdiği sabır bilmez, kısa ve sağlam bir karar idi.

      Sınır koymadığı dostuna geceden başlayan, bugün sabahtan beri gelinen yol boyunca devam eden hayal ve duygu fırtınasını anlattıktan sonra:

      – Erbol, ayıplama, anla beni, dedi.

      Ne zaman ani bir işe kalkışsa öncelikle Erbol’a anlaşılır olmak ister, söze böyle başlardı. Erbol bir şeyleri sezmiş gibi gözlerini kısarak baktı, tebessüm ederek gülmeye başladı. Dostunu anlamış, hâlini biliyormuş gibiydi. Abay onun yüzüne bakmıyordu. Konuşmasını sürdürdü:

      – Bugünkü hayat beni eskiden basmadığım mecralara sürükledi. Tatmadığım, kaderimde karşılaşmadığım bir devrana yönlendirdi. Aklım fikrim buna gitti. Ben Aygerim’i yâr edeceğim, alacağım, dedi.

      Erbol yoldaşının Aygerim’e tutulmaya başladığını fark etmişti. Fakat şimdi “alacağım” demesini beklemiyordu… Afallayarak baktı, çabuk cevap vermedi, düşünceye daldı.

      İkisinin bu yoldaki sohbeti bu meyanda devam etti.

      Şınğıs dağını aşıp gün batarken Şalkar’da yerleşen Uljan obasına yettiklerinde iki yiğit Abay’ın bu kararı hususunda kesin olarak anlaşmıştı…

      Şalkar denilen geniş döşteki pek çok yayla capcanlıydı. Nehri duru, bulakları buz gibi soğuk, yeşilliği uçsuz bucaksız, eni ile boyu birbirine eşit gibi, kunan koşturumluk9 bir yerdi. Şalkar, ismi ile müsemma engin bir yerdi. Gece gündüz daima meltem olarak esen Arka’nın elverişli nahif rüzgârı özellikle Şalkar’da huzur esintisi gibi nazlanarak üfürürdü. Yüksek mevziilerinde yeşil ipek dalgalar gibi salınan yulaflı katmanları vardı.

      Bu yıl Şalkar’da konan oba çoktu. Abaylar kendi obasını buluncaya kadar nice kalabalık obanın içinden geçti. Buradaki yerleşkelerin sahipleri olan Bökenşi ve Borsak boylarının obalarından başka, bu yıl barışarak gelen Jigitek obaları da vardı. Uljan obasını çevreleyerek göçen Irğızbay, Juvantayak ve Karabatır boylarının obaları da vardı. Kökşe boyunun tek tük obası da gelip konmuştu.

      Hediye yiyecek hissesi getiren saygılı eltiler ve görümceler, baybişeler ve gelinler Uljan obasını basmış olmalıydı. Abaylar yaklaştığında birkaç at arabasına doluşan bir grup kadın doğu tarafındaki Süyindik yerleşkesine doğru gidiyordu. Başka bir grup atlı hanımlar batıya doğru gidiyordu. Bunlar da Sarıgöl tarafından, Jigitek obalarından gelmiş olan konuklar olmalıydı.

      Abay’la Erbol, bu toplulukların ayrıldığı vakitte gelişlerini ters görmemişlerdi.

      Dışarı çıkarak konuklarını uğurlamak üzere atlandıran Uljan henüz eve girmemişti. Abayları büyük evin önünde pek çok kadın, delikanlı ve çocuktan oluşan kalabalıkla karşıladı.

      Otağ yeni, körpe yeşillikler bükülse de daha ezilmemiş, oba evlerinin etrafı tertemiz idi… Aynı şekilde Uljan’ın kendisinden başlayarak etrafında duran gelin, elti ve çocukların üstü başı da tertemizdi. Hepsi yeni elbiseler giyinmişti. Kadınların başörtüleri akpak olsa da ayağa kadar uzayan çift etekli elbiseleri ile beli büzülü hırkaları nice türlü renkleriyle ak evin dışını ve yeşillik dünyasını kendince allı pullu güzelleştirerek nakışlamış gibiydi.

      Kenardaki evlerde yaşayan elbisesi yırtık, yüzü cılız olan sağıcı, tezekçi, çoban ve seyis hanımları ile çocukları bu topluluğa yanaşmıyor, ıraktan bakıyor, kıyıda duruyordu. Ayğız ve Kaliyka onları, yeni taşınan komşuya yemek getiren kadınlar geldiğinden beri bu tarafa yaklaştırmamıştı. Böyle durumlardaki adetlerine uygun olarak ikisi de onları yerip “göz önünde durma! Herkesi korkutup düşüne mi girmek istiyorsun? Şöyle uzağa git, darılma” diyerek sıradan çardaklara doğru, sağılacak malların arasına doğru sürerlerdi…

      Akrabaları Abay’ı güler yüzle, sevinerek karşıladı. Bu meyli ilk gösteren kişi, oğlunun yüzünü koklayarak öpen ve onu gülümseyerek karşılayan anası Uljan idi. Uljan, iki üç yaşında olan en küçük torununu boylu boyunca Abay’a yönlendirdi. İnce kemikli yuka yüzü akpakça boz olan, kaşı gözü alabildiğine güzel yaratılan çocuk oldukça sevimli ve nazik bir hareketle Abay’a doğru yaklaştı, çömelmiş olan babasının boynundan sarıldı, yüzünü yüzüne yapıştırdı. Abay büyük bir sevecenlikle “Mağaş’ım” diyerek öptüğünde, çocuk hiç utanıp sıkılmadı. Çoktan beri görmese de babasını yadırgamadı. Babaannesine bakarken mercan gibi küçük ve bembeyaz dişlerini göstererek güldü. Sağ eliyle babasının yüzünü okşadı, kendisini biraz geriye çekip uyanıkça güldü:

      – Baba, sen bana “Mağaş” mı dedin? İyi, unutmuşsun ya beni. Ben Mağaş değilim, Abiş’im ya, dedi.

      Kimin öğrettiği bilinmez. Fakat şeffaf boncuk gibi saf ve sevimli olan, bir o kadar da kanı kaynayarak sevdiği evladının ağzından çıkan böylesine açık bir istihza Abay’ın kanına dokunmuştu. Oğlunu yere indirdikten sonra bütün oba halkıyla içtenlikle selamlaşan Abay, Mağaş’ın az önceki sözüne geri döndü. Bunu Uljan öğretmiş olamazdı. Abay bundan emindi.

      Mağaş deminki sözü söylediği anda Abay’ın kaşlarının çatıldığını Uljan da fark etmişti. Mağaş’ı kendine çekip ağırbaşlı ve etkili bir