İşte özellikle böylesi bir görüntüyü çokça hayal ediyordu.
Şükiman tekrar eskisi gibi dalgalandırdı, bütün ağırlığıyla nazlandırarak geldi, aheste bir şekilde duruverdi. Herkes hayranlıkla tâbi olmuş, sessiz sedasız dinliyordu.
Abay nefesini içine çekmiş, alabildiğine takatsizce gevşemişti. Sevinç ve bahtla karışık aydınlık bir yüzle sert bir biçimde “of” dedi. Sesini çıkarmadan Şükiman’a bakarak başını hafifçe öne eğdi.
İçtenlikle alkışlayan Erbol:
– Bugüne kadar söyleyicisiyle karşılaşmamış yahu biçare! Böyle söylenen Topaykök’ün başka ne hayali olur, dedi.
Abay da böyle düşünüyordu. Fakat o, içindeki huzur hâlini şu anda söze dökerek ifade edebilecek gibi değildi. Gönlü nur şuleleriyle dolup taşıyor, gerdirerek dalgalandırıyor gibiydi… Bir şeyler söyleyerek konuşsa, o huzuru kendisi bozmuş ve kendisi kovmuş gibi olurdu. Tek bildiği; içinde gün doğmuş gibiydi. Apaçık mutluluk hissediyordu. Artık kavuşulması imkânsız olandan ümidi kestiren ve yok eden mutluluk dönüp kendisi gelmiş, nazlandırarak esirgemiş, onu yeniden bulmuş gibiydi.
O anda Abay’ın aklında vazgeçilmez sağlam bir karar doğdu. Bir zamanlar gençlik, çaresizlik ve güçsüzlük sebebiyle sevdiğinden ayrılmış idi. Bunun için kendisi bağışlanmayacak kadar suçlu idi. Şimdi bu baht yıldızından ayrılmayı bırak, gözünü kaçıracak da değildi… Dünya alt üst olsun. Ana baba, arkadaş ve akrabalar abes karşılasın. Bütün âlem “kabahat” desin, bundan yaka silksin… O zaman bile Abay bu güzellikten uzaklaşmayacak, ayrılmayacaktı… Ayrılacak olursa, gerekli değildi yaşamak da! Bütün muradı, bütün hayali artık geri dönülmez bir biçimde bu hülyaya, bu karara bağlanmıştı sağlamca…
Gençlerin toplantısı bittiğinde Abay tekrar tekrar Şükiman’a teşekkür etti. Nefesi titreyen ve yüzü değişen yiğidin diline başka kelime gelmiyordu. Şükiman’ın gönlü bilge, sezgisi açık idi. O, kibarca süzülüp yüzü pembeleşerek gülerken Abay’a son bir kez göz attı. Şimdi o, içeriye ilk girdiğindeki yiğit değildi. İlk karşılaştığındaki gibi kibirli ve soğuk değildi. Hoş bakışlı ve yumuşak mizaçlı bir insan gibiydi. İçindekileri çekinmeden söyleyen, herkesi kendine çeken iyi bir adama benziyordu. Şükiman’ın daha önce görmediği, beklemediği iyisi gibiydi. Kız onu akrabası gibi yakın hissetti. Güleryüz gösterdi, uzun uzun bakışarak vedalaştı…
Yatma vakti geldiğinde Şükiman misafirliğe gelen damatlarını yengelerinden birinin evine yerleştirmeye gitti ve sonrasında kendi evine dönmedi.
Ertesi sabah atlanarak yola düşen Abay ve Erbol Şilikti bölgesinden çıkar çıkmaz Şükiman hakkında konuşmaya başladı. Abay:
– Kerim8… Kerim… Ne diyeceksin, dedi.
– Ay Kerim! Ay Kerim, diyen Erbol da gözünün önünde duran bir şeyi iştahla yiyecekmiş gibi gözünü pörtletmiş ve ağzının suyunu akıtmak üzereydi.
“Nasıl, nasıl dedin” diyen Abay, yoldaşının bu sözünü tekrar tekrar söylettikten sonra:
– Bir şey diyeyim mi? Bunun adı güzel değil. Cibilliyetine uygun değil… Yeni ad koyarız… Bunu da şimdi sen buldun. Şükiman adı dursun, gerçek adı “Aygerim! Aygerim” olsun, dedi…
Bunların sohbeti bu meyanda ilerledi. Dün geceki rüya ile başlayıp şahane ve imrendirici hakikatle sonlanan, hayretler içinde bırakan sırra geldi, dayandı. İkisi de uzun uzun konuşmakla birlikte bunun nasıl bir sır barındırdığını ve nasıl bir hâlden kaynaklandığını çözemedi, anlayamadı. İnsanı afallatıyordu. En sonunda Abay kendisi bir varsayımda bulundu, tahminini söyledi:
– Erbol akla yatmasa da bir şey diyeyim mi? Akıl ve bilinçle yaşayan halk bir yana, tam da böyle olacakları düşte görmek ya buna niyetlenen kâhinin, öngörürün, baksının, falcının işi yahut kitapların sözünü ettiği evliyanın, pirin işi. Ben böyle biri değilim. Nasıl gördüm? Belirli bir süreyle düşünüp dalınça girmiş, cezbeye gelmiş de değilim… Ama böyle sezgiler abdal ozanlarda da oluyor. Buna göre, ben de bir ozan olmalıyım, dedi.
Erbol Abay’ın ozanlığına önem veriyordu. Fakat bu hususu tam olarak anlamış değildi, ses çıkarmadı. Alışılmamış, tuhaf bir durum saydığı düşünce hâlinde kalıverdi. Abay da, o da, geceki rüya durumunu doğru düşünemiyor, sadece fal açar gibi oluyor, belirsiz dalınça düşüyorlardı. Fakat Abay “ben de bir ozan olmalıyım” sözünü, geldiği açıkça hissedilen bir ilham üzerine söylemişti…
Yol Şilikti tepesini aştı, dosdoğru gitti, boylu boyunca Orda dağının arka döşüne doğru uzandı.
Seyyahların tam karşısından Şınğıs’ın yeli esti. Uzakta, sahranın muhteşem masalındaki gibi güzel bir serap dalgalandı. Gözleri fal taşı gibi açan, insanı olduğu yerde donduran nice türlü görünüşler ve hayaller peydah oldu. Bunlar bazen mavimsi yeşilimsi bir pusarıklık içinde kalkıp yükseliyor, yerden koparak semaya doğru gidiyordu. Bazen dağın kendisi, bazen üzerindeki bir kışlak, bir mezar veya bir çalılık böyle uçarcasına yükseliyordu. Bu ılgımın arka tarafında, mavimsi yeşilimsi pusarıklık arasında Şınğıs’ın büyük katmanlı yemyeşil yükseltileri görünüyordu.
Bütün çevreyi yemyeşil göveren selinler ve geçen güzden kalan saçaklanmış solgun gri yulaflar basmıştı. Ara sıra yol boyundaki sulak çukur yerlerde deste deste sazlıklar da görülüyordu. Hepsi birlikte nazikçe salınıp ırgalanarak sadece vızıltımsı bir ses çıkarıyorlardı… Kendi korolarıyla baş başa verip birlik ve beraberlik ezgisi çalarak salınıyorlar, körpe yeşillikleri bağırlarına basıp yeni gençliği, yeni ilkbaharı ninniliyorlardı.
“…
Sevinç ve mutluluk sezdik mimiklerinde…
Sırrımı açarak giderim, süsleyerek sözlerle.
Bir yel esse vızıldayarak sırlaşıp kamışlar ile
Baş eğer onlar “Hak, Hak” diyerek var gücüyle”
diyen Abay, yeni bir akort arar gibiydi.
Bugüne kadar kurtulamadığı gönül kırgınlığı geceden beri kendi kendine açılmış, tam da bu anda aydınlığa kavuşmuş gibiydi. Hayal ve ilham yolu da aynı tende yankılanarak açılmışa benziyordu. Şiir sanki acele ederek ve küplere binerek çıkar gibi nice türlü şekillerle döne döne ve çabuk çabuk geliyordu. Yürekte mayalanarak telaşa düşen bir sevinç vardı. Yerine oturan, istikrara kavuşan bir düşünce yoktu. Hızlı gençlik bazen haylazlık, huysuzluk, haytalık yapmak ister gibi oluyordu. Şimdi motiflenerek gelmekte olan şiirleri de bu yürek ezgisine uygun olarak kopuk kopuk çıkıyordu. Titreyen çolak tanış gibi sık sık değişiyor, coşkuyla dönüyordu. Kaç defa ezgisini şaşırıyor, renkten renge giriyor, engellerden döne döne çıkıyordu…
Aslında kendi şiirleri hususunda Abay’ın takip ettiği bir kalıp, vazgeçilmez bir ezgi, değişmez bir vezin yoktu. Bir zamanlar o Doğu ozanları gibi:
“Sensin can lezzeti,
Sensin ten şerbeti…”
şeklindeki sabit bir iskelet üzerine motifliyordu şiirlerini…
Bugün o, kendince içinde bulunduğu coşkulu sevince uygun türkü ezgisi arayacak oldu. Beste dilini de kendisinden bulacaktı. “Başkalarının söylediğini tekrarlasa kendi duygusu olmaz, uygun düşmez, sahte bir destan uydurmuş gibi olur” diye düşünüyordu.
Yine