Muhtar Auezov

Abay Yolu 2. Cilt


Скачать книгу

dizginini tutarak frenlemese inatlaşarak var gücüyle koşacak, ateş gibi yanarak gidecekti.

      Erbol uzun süredir al donlunun gidişine bakıyordu. Abay’ın dizgini biraz daha serbest bırakarak gidişini hızlandırması ile bir ara demir kırı ile arkada kaldı, daha sonra koşturarak peşinden gelip yetişti. Azıcık uyumlu hâle gelip al donluyu geçince göz ucuyla baktı:

      – Tüh! Tüh maşallah! Şu serdengeçtiden şikâyet olmaz Abay! Sanki döşünün terini kurutuyor mübarek. Eyvah eyvah! Bu ne zamana kadar dayanacak, dedi. Abay da al donluyu çok güvenilir ve sağlam bir dost olarak görmeye başlamış, sevinerek gidiyordu:

      – Hiç bilmiyorum Erbol. Hayran oldum. Belinin sağlamlığı, ta Tinibek’in kapısından çıktığımızdaki gibi. Esasında insan dayanabilse bu atın gideceği mesafenin sonu yok efendim, dedi.

      Sert rüzgârın hızla getirdiği yağış, Abaylar Şilikti bölgesine yaklaşırken merhametli bir şekilde yavaş yavaş yağmaya başladı. Rüzgâr da kesilmişti. Orda dağının yakın yamaçları al kızıl selinler, pelinler ve tüllüşahlarla capcanlı olmuştu. Biniciler bitki örtüsü kurumuş olan patika yolu yararak giderken yağmurun etkisiyle daha da canlanan taze yeşilliklerle dolu vadideki selin ve pelin kokuları kesintisiz olarak dalga dalga geliyordu.

      Fakat bir süre sonra bulutlar iyice koyulaştı, yağış arttı. Güneşin hangi menzile ulaştığını anlamak imkânsızlaştı. Batı yakası çepeçevre yağışla sarılmış, güneş bütünüyle kapanmıştı. Akşam karanlığı yaklaşmış gibiydi. Kandillerin yakılacağı vakit mi başlıyordu, yoksa yağmur bulutları yüzünden akşam güneşinin sezilmeyişi miydi? Her nasılsa, batı yakasındaki ufuk çizgisinde sarımsı puslu bir ışık vardı. Söner ümit, biter hayat gibi zayıflayan, giderek hâlsizleşen son ışık. Biraz sonra o da bir deri bir kemik kalmış iskelet gibi cılızlaştı, azaldıkça azaldı. Sarımsı ışık bozardı. Yine bir müddet sonra loşlaştı, karamsı koyu kahverengi pembe renge büründü. Giderek göğerdi. Gösterişsiz gökyüzünün elemli gece pusuna yol verdi.

      Göz gözü görmüyordu. Abaylar ancak o zaman burnundan solutup hızla koşturarak küçük taşlık tepeye çıkıvermişti ki ön taraflarından ürüyen it sesi duyuldu. O yana doğru baktıklarında yağışlı geçen elverişsiz bir vakitte çakan ümit ışığı gibi pırıl pırıl yanan akşam ateşlerini gördüler. Yakın bir yerde, yolun sol yakasında, etrafı yeşillenmiş bulak başında yedi sekiz evli gösterişsiz bir oba vardı.

      Yoksulca obanın azıcık koyunu bir çitin içinde toplaşmıştı. Az sayıdaki sığır ve deve yağmurdan koruna koruna nefesleniyordu. Keçiler ise her bir evin dibine yapışmış, arkalarını yağmura vermiş bir vaziyette donmuş gibi sessizce duruyorlardı. Oba dışında urganlarla bağlanmış olan bukağı ile yayılan beş altı at vardı. Abaylar oba çevresine yaklaşınca sert gidişi azaltmışlardı. Şimdi gidecekleri evi kestirmeye çalışıyorlardı.

      Epey önce havlayarak önlerine çıkan pek çok it obanın huzurunu kaçırmış, havlayışları dağlardan yankılanacak kadar şiddetlenerek çoğalmıştı. Atlılar obaya yaklaştıkça itlerin sayıları çoğalıyor, inatlaşırcasına seslerini yükseltiyorlardı… Kışlık tüyleri dökülmemiş kıvrık kuyruklu kancıklar. Arkası büzük, kulağı sarkık, eğri bacaklı raşitik iri köpekler. Kötü sesli, huysuz, dostluksuz, doyumsuz, sevimsiz melez enikler.

      Bütün güçleriyle havlayan kancıklarla korkakça uğuldayan mecalsiz iri köpekler ve onların enikleri… Hepsi de kadir bilmeyen yarım akıllılar. Bu yüzden Abay onların havlayışını içinden alaya aldı ve kendisiyle konuşuyorlarmış gibi diyaloga dönüştürdü. İtler onlara:

      – Haydi, uzak dur! Kalamazsın! Ne yani, “gezgin abdalları doyuralım” mı dedik? Size verelim de biz ne yiyelim? Yağmur varsa ne edelim… Gidin! Gidin! Çekilin. Islanmak istemiyorsan atının kasığına tıkıl. Bana sorarsan, eyer takımını sırtına sarın! Git… Git… Gidin, diyerek kovuyorlarmış gibiydi…

      Erbol girecekleri evi dış tasarımlarına göz atarak seçmeye çalışıyordu. Bu sekiz kiyiz ev içindeki en iyi ve büyük görüneni ortada duran beş kanatlı yayvanca ev idi. Abay’ın biraz önünden giderek o eve yöneldi.

      Abay da onun arkasından giderek eve yaklaşırken ev sahibi dışarı çıktı. Kepenek giymiş sakallı biriydi. Bir ayağını aksak basıyor gibiydi. Erbol hemen kendilerini tanıtmış, “konuğunuz olmak istiyoruz” demişti. Ev sahibi:

      – Ne duruyorsunuz yiğitler, inin haydi! Nasibiniz varmış! Soframız hazır! Haydi, dedi ve Abay’ın atını kiyiz evin kuşağına kendisi bağladı.

      Erbol bu adamı tipinden tanımıştı. Eve girmeden önce aheste bir şekilde fısıldayarak Abay’a:

      – Bu Orda dağında Bekey ve Şekey denen iki ağabeyli Bayşora vardı ya. Bu onların Bekey’i, dedi.

      Yiğitler daha önce bu obada bulunmamıştı. Ev içindeki ateş parıldayarak yanıyordu… Konuklar içeri girdi, selamlaştı. Oturduktan sonra içten içe tahminlerde bulunuyorlardı. Ev ahalisi kalabalık değildi. Sağ taraflarında serilmiş olan yer döşeğinin üstünde dört beş yaşlarındaki torununu kucaklayan kumral tenli nine oturuyordu. Uzun boylu, sıska yüzlü, sarışın bir kadın vardı. Tahminen kırklı yaşlarına yeni gelen kara gözlü bir kadın. Zamanında kuğu gibi uzun boylu ve güzel olan birine benziyordu. Bekey’in dışında evde bulunan kişiler, şimdilik bunlardı.

      Abay ev sahibini ancak şimdi açık seçik görebilmişti. Kıvırcıkça uzun sarı sakallı, pembe yüzlü, mavi gözlü, büyük burunlu, yakışıklı bir adamdı. O, yiğitlerin nereden gelip nereye gittiğini sordu. Sesi sert, nidası güçlü idi. Abaylar girdiğinden beri parıldayarak yanan kuru tezeğin ateşi daha hâlâ isteklice alevli ışık veriyor, onları yağmurdan koruyan bu evi şefkatli konukevi, elverişli yuva gibi kılıyordu. Ateşin üstündeki uzun bacaklı sacayağında büyük ve kara bir güğüm asılıydı…

      Bekey annesinin bulunduğu tarafa oturmuştu. Abayların hâlini vaziyetini öğrendikten sonra annesine döndü, kendi aralarında aheste bir şekilde hırıl hırıl konuşmaya başladılar. Bunların kendi aralarındaki fikir alışverişi uzun sürmedi. Bekey ayağa kalktı, dışarıya çıkmak için hazırlanırken karısına:

      – Tezeğini tutumlu yak. Kuru yakacağın yetmeyebilir. Kazanı doldurmaya yeterli mi suyun? Ben deminki çocuklardan birini alayım da hayvanları kapatıp geleyim. Kazan suyunu hazırlayıver, çabuk, diye buyurdu. Karısı ses çıkarmadı, bütün söylediklerini kabul etmiş, onaylamış gibiydi. Kısa bir süre sonra dışarıdaki Bekey’in sert ve kuvvetli nidası duyuldu:

      – Naymantay! Hey, Naymantay! Haydi, gel hele balam, diyerek birisini çağırıyordu.

      Çabucak kaynayan çay Abayların önüne konulurken kiyiz evin keçe kapı örtüsü tamamen açıldı. Kapıyı açan Bekey idi. İçeriye sokmak istediği de keseceği hayvan idi. Ev içindeki alevli ateşten ürkerek huzursuzca direnmeye çalışan kızıl yünlü kebeyi7 boylu boyunca iteleyen delikanlı Naymantay da onun ardından içeri girdi.

      Kış daha yarılanmadan doğan kebe semiz görünüyordu.

      Abaylar çay içiyordu. Kırmızı desenli basma elbisesinin eteğini uçkuruna kıstırarak düren kadın o sırada ateş üstüne ocak kurmuş, kazan asmış, pişirme suyunu doldurmuştu.

      Bekey şimdi evin bu tarafına oturmuş, konuklarının çayını kendisi sunuyordu. Naymantay kebeyi çabucak kesip derisini yüzdü, kolunu bacağını, sırtını kaburgasını ayırdı ve başını ateş üstünde tutarak tütsülemeye başladı. Abaylar da çaya kanmıştı.

      Kebe