Muhtar Auezov

Abay Yolu 2. Cilt


Скачать книгу

güldü:

      – Dedikleri doğru! Şairim!

      – Ne tür şiirler söylüyorsun?

      – Ey Mekiş ey! Benim şiirlerim yele yazılıyor yahu.

      – O nasıl yani?

      – Ben kederimi sevdiğime söylüyorum. Sevdiğim geri dönemeyecek kadar uzakta. Aynı zamanda sabit bir biçimde yanımda! Yâdımda kalacak tek yangım o ya, onu söyleyince yele yazılmışla bir olmuyor mu? Nene gerek?

      – Kederin ne? Bu nasıl söz? Sende nasıl bir yangı olacak ki, diyen Mekiş suçlayıcı ve eleştiren gözlerle baktı. Kardeşinin kaşları çatıldı ve yüzü tekrar asıldı. Tombulca yuvarlaklaşan yüzünde tek bir kırışık bile yoktu. Çok güzel olan yüzüne bu günlerde uzatarak bıraktığı kıvrık bıyıkları da çok yakışıyordu. Seyrek kara sakalı da yüzündeki izanı bozmadan birazcık uzayıp kalmıştı.

      Mekiş merakla bakarken Abay’ın burnu ile yüzünde azıcık güneş düşünce fark edilen hafif bir nur görüyordu. Bu, daha yeni olgunlaşan yiğitliğin gerçek yakışıklılık çehresiydi. Ateşli ve şuurlu gözlerinin akı ile karası besbelliydi. Hem görkemli hem sıcak bakan gözleri ile çehresi temizdi. Gören kişiyi kendine çeken ve gayri ihtiyari tekrar baktıran elmas gibi etkili gözler. İncecik olan ve uzunca çizilmiş gibi duran kapkara kaşları da yiğit simasının yakışıklılığını açar gibiydi.

      Mekiş, öz kardeşine içten içe överek baktı. “Kederim var” deyişine inanmamıştı. Öyle olunca kardeşini konuşturup meseleyi öğrenmek istedi:

      – Peki, ne kederinden söz ettin, şunu anlatsana, diye sordu.

      Abay’ın şifa bulmaz gönlünde, geçmiş günün serap gibi güzel hayallerinin hatırası vardı. Bu yürek hissiyatını, ta o günlerde, o günlerden sonra yanılmaz yoldaşı olan bir şarkı ile dile getirmişti. Hatırası, Janibek’te geçen bir yayla gecesiyle ilgiliydi. Süyindik obasında kurulan altıbakan salıncakta asılı beşiği Toğjan’la birlikte hızlandırırken bu şarkıya sırlarını katmıştı ikisi de. Herkesin gözü önünde söyledikleri bir şarkıda aynı duyguyla atan yürekleriyle buluşmuşlardı. Şu ilkbahar günü, Toğjan’ı başkaca büyük bir özlemle hatırlatıyor, alabildiğine arzulatıyordu. Bu duygular içindeki Abay, işte o Topaykök şarkısına başladı.

      Ablasının “söyle” dediği kederi, onun yüreğindeki arzusu, aklındaki dileği idi. Bu defa Topaykök’e şakıyan bir sesle değil, yumuşak ve sakin bir ezgiyle başlayınca fevkalade nazik bir keder döküldü. Mekiş özellikle şarkı sözlerini can kulağıyla dinledi. Efkârla dolup taşan yiğit içtenlikle söylüyordu:

      “Işıldamaz kara gönlüm ne yapsa da,

      Ay ile güneş gökyüzüne çakılsa da.

      Dünyada senin gibi yâr bulunmaz bana,

      Belki sana, benden üstünü bulunsa da…

      Biçare âşık özlese de, sararıp solsa da,

      Yâr cayıp, güzel sözden uzak dursa da,

      Dayanır, rıza göstererek yârin işine,

      Eziyetiyle alay edişine reva olunsa da,

      dedi ve beti benzi büsbütün atmış olarak duruverdi. Kendisini de, onu da söylemişti. İki arzu. İkisini de alevlerle yakıvermişti. Fakat kötü kaderleri çaresizlik gibiydi. Son dönemlerde sık sık gönlüne dolarak nefesini kesen derdi buydu sanki.

      Fakat Mekiş bunu anlamamıştı. O, eskiden hiç duymadığı deminki gibi beklenmedik sözler içinden sadece “yâr” kelimesini anlamış, bunun üzerinde durmuştu. Abay’a sordu:

      – Anlamadım. Buradaki “yâr” dediğin de kim ki?

      Abay ablasına o kadar da açılacak değildi:

      – “Yâr” dediğim, yüreğe keder salan bir insan işte! “Yâr” deneni bilmiyor muydun?

      – Benim bildiğim, insan “yâr” diye evindeki yoldaşına der!

      Abay irkilerek dönüp baktı:

      – Dilda’yı mı kast ediyorsun?

      – Evet! Dilda değil mi?

      Söz buraya gelince delikanlı söylediklerine pişman olmuş gibi hızla geri döndü. Kederlenip sıkıntılanarak:

      – Oy vay Allah’ım! Mekiş efendim Dilda’n kim? Sen ne diyorsun?

      Mekiş, Abay’ı çok rahatsız eden sözünden mahcup oldu. Huzursuzlanarak güldü:

      – Eyvah eyvah! Sözüm sana törpü gibi dokundu efendim! Biçare Dilda’nın ne günahı var ki?

      – Doğru Dilda’nın günahı yok. Fakat benim de onu arzulatan hayal şarkısı söyleyecek takatim yok. Dört evlat doğuran Dilda’yı söyleyişin nedir?

      – E-e! Suçu sana evlat doğurması mı?

      – Suçu yok. Bilakis evlatları güzel! O çocuklarımın anası. Anamla babamın bulduğu yoldaşım. Hepsi bu kadar işte! Ama alevli yürek, ihtiraslı dostluk dersen, bunların tamamı sönmüş onun gövdesinde. Olduğu zamanlarda da o kadar parıldayan bir kandil yoktu ya, dedi. Bundan fazlasını konuşmak istemeyen Abay susuverdi.

      Bu konuşmalardan sonra içinde bulundukları fayton şehirden ilk çıkışlarındaki kalıbına geri döndü, sohbetsiz olarak gitmeye devam etti…

      Uzun salınımlı kalabalık bir göç gibi tozutarak art arda giden süvariler arabaların hemen peşinden geliyorlardı. Bunlar üçer dörder, beşer altışar kişilik gruplar hâlinde toplaşan kendi boyunun insanları ile şehir sakinleri idi.

      Bu atlılar topluluğunun orta yerinde Takejan vardı. Onun yanındaki dört kişi molla Ğabithan, Cumağul ve Erbol ile hizmetçi yiğitlerden biri olan Doskan idi.

      Takejan babasının durumu hususunda şehirde de yol boyunda da içten içe kaygılanarak yaşasa bile ümitvâr genç gönlü güvenilir desteğini bulmuş gibiydi. Hâlâ sağlıklı ve kuvvetli olan babası “sağ salim döner” şeklinde inancı vardı. Abay’ın söylediği yol zorluklarını o kadar derinlemesine düşünmüş değildi. Şehirden çıkınca biraz şüphelenerek molla Ğabithan’dan sorduğunda, hayatı boyunca alabildiğine güvenilirlikle baktığı iyi niyetli Ğabithan hiçbir kaygı hissettirmemişti ona.

      Beri tarafı çöl olsa da Kazakların arasında seyahat edecekti, öte tarafı ise gerçek Müslüman olan din kardeşlerinin ülkeleriydi. Onlar, kendileri de hacılık seyahatine çok giderlerdi ve yardımlarını esirgemezlerdi… Bu mahiyetteki sözler Takejan’ı çok sevindirdi.

      Bu sıralarda kilo alarak şişmanlamaya başlayan ve delikanlı ağabeyi çağına gelen Takejan şakacı ve güleç bir insandı. Özellikle yakınındaki bir kişiyi diline dolayıp sataşmadan, alaya alıp dalga geçmeden kursağına bir lokma yemek girmezdi. Karşılaşıp birlikte seyahat edecek olsalar daima dalga geçtiği kişi, özellikle yine bu molla Ğabithan olurdu…

      Takejan, aksanı ilginç ve saflığı Nasreddin Hoca gibi olan Ğabithan hakkında nice alaycı mevzular yaymıştı halk arasında. Bu mevzular çoğunlukla Ğabithan’ın Kazak dilini kendi diliyle karıştırmasından kaynaklanan ve Kazak diline ters düşen, hoyrat anlamlara da çekilebilen abeslikleriyle ilgiliydi.

      Son dönemde Takejan’ın Ğabithan hakkında diline doladığı en yeni mevzu şöyleydi: Takejan bu kış bir gün Ğabithan’ın evine gelmiş. O geldikten kısa bir süre sonra da Ğabithan’ın küçük kızı koşarak içeri girmiş. Kızın yüzü yıkanmamış,