diyerek gece gündüz tekrar tekrar türkü söylettiriyorlar, dedi. Konuk evlerinin yanına kadar gelen kadınlar evin içinden gelen yeni bir türkü sesiyle o yana dikkat kesildiler ve kapısına doğru yürüdüler.
Bu hizmetçi komşuların sözünü ettiği “genç gelin”, “türkücü gelin” Aygerim idi.
Pek çok konuğun toplandığı otağ da onun eviydi.
Abay bundan üç ay önce Aygerim’i nikâhına alarak buraya getirmişti. Başında süslü şapkası olan genç gelin, şimdi Abay’ın yanında oturuyor, konukları için türkü söylüyordu.
Bu ikilinin bu defaki konukları da farklıcaydı. Bunların tamamı havalı kızlarla gelinler ve yakışıklı delikanlılardı. Abay’ın yönettiği bu faaliyet obanın diğer faaliyetlerinden çok farklıya benziyordu. Somurtkan, katı ve kodaman obanın gidişatını türküyle, oyunla, eğlenceyle bozan bir topluluktu bu. Onun için Maybasar, Ayğız ve Kaliykalar bu topluluğu çıban gibi görüyordu. Uzaktan itham ediyorlar, ıraktan alay ediyorlardı. Bu evlere gelmek isteyen oba ahalisine kızıyor, azarlıyor, yaklaştırmıyorlardı.
Kendi evleri böylesine iğrenme ve yabancılama çemberinde olsa da, küçücük bir sanat adası gibi kalsa da Abay buna önem vermiyordu. Yaylada şarkı türkü söyleyen en hünerli gençleri toplayıp getirmiş, bütün ilgisini onlara gösteriyordu. İşte böylesi bir oyun eğlence toplantısının merkezinde ise çok saygın bir konuk topluluğu vardı. Uzak bölgelerden gelen konuklar… Bunlar şimdi başköşenin iki yanına serilen minderlere oturmuş, dirseklerini büyük ak yastıklara yaslamış olan marifetli bestekârlardı. Bunlar arasında en görkemlisi, bütün topluluğun en çok saygı gösterdiği ve beğendiği kişi ise şu çift telli dombırayı konuşturur gibi hiç durmadan çalan orta boylu, pembe yanaklı, geniş alınlı, nurlu yiğitti. Bu abdal ozan; bütün Arka’da adı duyulan, bütün Orta Jüz16 Kazaklarını asil sazı ve harika türküleri ile mest eden Birjan-sal idi.
Ta uzaklardaki Kökşetau’dan Tobıktı bölgesine gelen ender ve saygıdeğer konuk; hem şair, hem solist ve hem de büyük bir bestekâr olan Birjan idi. Üzerinde döşü dökümlü “hâkim yaka” beyaz gömleğin üzerine giydiği Çin ipeğinden dikilmiş, sarımtırak renkli, kadın yeleğine benzer bir yelek ile siyah pelüşten dikilen geniş ve hafif bir kaftan vardı. Sırmalı takkesinin ipek püskülü ırgalanıyordu. Kalabalık topluluk içli şekilde söylediği türküsüyle mest olmuşçasına sessiz ve sakin bir biçimde kıpırdamadan otururken süslü solistin yüzü nurlanıyor, küçük bir canlılık ortaya çıkıyordu:
“…
Kocağul evladı bestekâr Birjan’ım,
Yurda ziyanım yok, gezen bir insanım.
Kendime denk kimseye başvurmam,
Şairim, bestekârım, kime muhtacım…”
dedikten sonra bir türkü söylüyordu.
Solistin, sesi kulağa hoş gelen gösterişsiz sazıyla “bestekâr Birjan” adlı bu türküsünü, daha başlar başlamaz, herkes gibi nefesini çekerek uzun süre bırakmadan dinleyen kişilerden biri de Abay idi.
Abay kıymetli bir şair olan saygın konuğuna gözlerini ayırmadan bakıyordu. Akı karası hâlâ çok belirgin, temiz ve uzunca gözleri farklı bir biçimde umarcasına, yuvasından çıkarcasına büyüyerek bakıyordu. Fakat kirpiklerini kırpmadan solistin yüzüne bakan bu göz, şu anda onu gören bir göz değildi. Türküyle dile gelen şiir sözlerini sanatçının kendisiyle büsbütün birleştirerek yekvücut eden ve onunla hemhâl olan bir şahsiyet gibi onun gördüğü hayali görünüşleri gözünün önünde canlandırarak görmekte olan bir gözdü…
Abay fevkalade etkisi olan ezgilerle çok beğendiği türküleri dinlerken, o anlamlı sözlerle birlikte, onlarla yarışırcasına farklı bir dünyayı düşünürdü. Hayalindeki hayata ilişkin görünüşleri, coşkulu hadiseleri, yaratılış ve tabii değişim dalgalarını görür, onlara dalıp giderdi. Şimdi de, işte, koca yürekli solistin belirgin ülkü hayali olan türküsü onu ortadan ikiye bölüp yırtarak uzaklara götürmüştü. Çok yüksek hayallere sürüklemişti. Geniş gövdeli, mağrur sesli müstesna şahsiyet sahranın muhteşem bir kahramanı oluvermişti.
O kahraman, sanat kahramanı, Sarı Arka’nın en yüce zirvesi Kökşe’nin başına çıkmış, uçsuz bucaksız bütün Sarı Arka’ya, sahranın soğuk sırtlarına ve ferah göl kıyılarına yerleşen halkı ile yurduna göz atıyordu. Kodamanlaşan güçlüsü, üstünleşen yöneticisi ile ağlayıp sızlayan halkının yaşadığı her tepeye göz atmakla kalmıyor, ses katıyordu. Türküyle sesleniyordu. İri gövdenin yiğit ezgisini hareketli ve mağrur bir hücum gibileştirip uğuldatarak döküyordu.
“Ben geleceğim! Sanat getireceğim! Tanımadan kalsana, gözetlemeden baksana! Kemiklerinin bağı çözülmeden, altmış iki damarın şişmeden anlasana” deyip baş eğdirerek türkü saçtığında, türkü değil sanki nur saçmış gibi oluyordu. Hayalde de olsa dünya üzerindeki yavuzluk zulmünü kovup atıyor, bütün dünyayı ve Arka’yı nice türlü hayâsızlıktan temizler gibi oluyordu. O türkü zirvelerden eserek vurduğunda Kökşe’nin fısıldayan gür çam ormanı, bu solistin başındaki sırmalı takkenin ipek püskülü gibi sendeliyor, topluca dökülerek yol veriyor, baş eğiyordu. Arka’nın kara gecesi de bu şairin üstündeki kara pelüşün yüzü gibi yumuşak ve şefkatli bir geceye dönüşüyordu. O zaman halkın yüzü de ozanın yüzü gibi ışıltılı nurla dolmuş gibi oluyordu. Halkın yüzünde, şimdiki ozanın görünüşündeki gibi, türkü söylerken dudakların ucunu kıvıran hoş gülücük gibi, mutluluk sevincinin gülüşü görünüyordu Abay’ın gözüne…
Böylece türkü bitmiş, ev ahalisinin birbiri peşine söylediği kutlama sözleri duyulmaya başlamıştı. Ama Abay’ın hayali bitmemiş, sadece sona gelmiş gibiydi. O, yuvasından çıkar gibi olan ateşli ve düşünceli gözlerini daha hâlâ solistin yüzüne dikmiş, boş boş bakıyordu.
Abay’ın vücudu uyuşup kalmış gibiydi. Yanında otururken dizine yaslanan ve onun bu hâlini herkesten önce hisseden Aygerim, dirseğiyle azıcık dürterek Abay’ı hafifçe sarstı, aheste bir biçimde gülerek uyandırdı. Abay önce aniden dönerek Aygerim’e baktı, aklını başına topladığında kendisi de gülüverdi. Fakat beti benzi atmış, gülerken nefesi titremişti. Ona iyi bakan ve hâlinden anlayan sezgi gücü yüksek Aygerim’e bir an hayranlıkla baktıktan sonra Birjan’a döndü:
– Senden başkasını ne yapayım Birjan ağabey, diyerek söze başladı, yeni bir sevinçli yüzle konuğuna bakarak konuşmaya devam etti:
– Halkın gözünü açan bir şair vardı. Canını dişine takarak dilini süsler, dilencilik ederek zenginden ister, sözün kadrini kıymetini tüketirdi… Ezgi dizen bir solist vardı. “Benim” diyenin dalkavuğu. Her zaman, her yerde kim cömertse onun kuyruğu. Türkünün kadrini kıymetini ayaklara düşürür, bir çiğnemelik nasıbay gibi ucuzlatıp yere tükürtürdü… Şimdi sen, sanatı kapının ağzından çektin de başköşeye çıkardın, bu yaptığına minnettarım. Hakikatte “Kazağım, halkım” dediğinde, bu halkın asil şairinin sözünden, güzel sazının ezgisinden üstün hangi hazinesi var ki? Bunları yüce bir sesle göğe yükseltip, onlara “işte ben buyum, ben geleceğim” dedirttin ve sanatına baş eğdirdin. Sadece bu bile kadrini kıymetini bilmeye yeterli olur, dedi.
Birjan makul bularak dinledi, kendisi de sevinçle doğrularak:
– Keşke, söyleyen ben olduğumda, anlatıp sunanım sen olsan daima, dedi. Aygerim de evdeki konuklar da ikisi arasındaki konuşmayı bütünüyle anlamış gibi desteklercesine