söyletti yahu” diyerek kendini savunmak bile istemedi…
Fakat çok ağırına giden bir darbe, aklından gitmeyecek kadar aşağılayan bir dert “biz zengin bir obayız. Sen fakir bir kızsın, ancak cariyeliğe layıksın… Burası kökü derinde, sülalesi büyük bir oba! Sen bu obanın çobanları ile bakıcılarının evinden çıkan hizmetçisin anlasana… Yolun kıldan keskin, gece gündüz yalvar Allah’ına. Başını kaldırmadan yaşa! Yerini bil de sesin duyulmasın dışarda… Kendini bilmezlik etme. Senin ne haddine” deyişleriydi…
Aygerim böylesine insafsız, inatçı ve aksi gaddarlığın gücünü hissederek boynu bükük benzi soluk dönmüştü konuklarının yanına.
Bu tavır; ele avuca sığmayan acımasız obanın Aygerim’i ürküterek üzen ilk umacı görünüşü olmuştu.
Fakat ne Abay ne Birjan ne de bu akşam otağda bulunan kaynı Ospan ile Erbol Aygerim’in tereddüt edişine aldırmadı.
Özellikle kaba ve küstah bir üsluba sahip olan Ospan yengesinin yanına kadar yaklaşıp ona yaslanarak:
– Hey Aygerim! Telli duvağıyla gezen gelinin başına buyruk yaşadığını nerde gördün, hangi atandan işittin? Buyuruyoruz! Canın sağken söyle, demiş, kendisinin hiçbir yengesine acımadığını, sert buyruklar verdiğini ve sözünü dinlettiğini hissettirmişti.
Aygerim dişlerini sıkmış, mecburen boyun eğdiğini göstererek türkü söylemişti…
Birkaç türkü söyledi. Özellikle Birjan ve Abay solist öğrencinin kendilerine sunduğu zor türküleri dinlerken mülakat sorusunun cevabını dinler gibi oturuyordu. Söylenecek türküyü sırasıyla kendileri bildirmek suretiyle Aygerim’in bu yaz boyunca Birjan’dan öğrendiği bütün türküleri teker teker söylettiler.
Fakat Aygerim’in şimdiki gönül hâli sınav veren bir solistin utanıp çekinme hâli değildi. Daha demin, akşamüstü işittiği onur darbesinin yarasını seziş gibiydi. O kodaman, ele avuca sığmayan kudretin adaletsiz zorbalığını şimdi de horlanırcasına, onuru ayaklar altına alınırcasına temiz kalbinin bütün masumiyetiyle hissediyordu. Fakat bunun farkına vardıkça Abay’a sığınıyor, özellikle onu araya sokuyordu. Sevindirici mürüvveti bol, sıcaklık veren ateşi çok yârine can teniyle yapışıyor, bağlılığı artıyordu. Daha önceki hayatında böyle bir şey hissetmemişti. Minnet duygusuyla karışık sevgi ateşini bu akşam açık seçik içinde buluyordu.
Onun bu hâline bağlı olarak Abay’ın da kendisini, mürüvvetini bulmuşçasına sevdiğini ve bu akşam ona aşkından sarhoş olmuş gibi açık seçik kıvılcımlar gönderdiğini anladı. Bütün bunların kendi sesi üzerinde iki türlü kızgın boğum gibi etkili olduğunu fark ettikçe kendisi de görkemli hissiyat rahatlığıyla yükseldikçe yükseliyordu.
Bir yanı kendisini aşağılayan, yerle yeksan edip ayaklar altına alan ve hallaç pamuğu gibi atan hiddetle ağulanmış olsa da öteki yanı bu elem verici hicranı Abay’dan saklıyor, onu sevdiğini göstererek bülbül gibi şakıyordu.
Aygerim’in bu şarkılarla yükselen sesi gümüş zillerin zarifçe sallanıp şıngırdaması gibi şıngırdayarak kanatlanıp büyük evler tarafına ulaşınca, o evlerden Kaliyka Aygerim’in otağına gönderilmişti. Hilebaz ve açıkgöz olan, bu obanın bütün gizli sırlarına, iç dünyasındaki dedikodularına, ağuları ile zehirlerine vakıf olan yaşlı elti Aygerim’in otağına sessizce girmişti.
O, kendisinin gelişiyle “Aygerim anlar, susar” diye düşünmüştü. Eltisinin geldiğini gören Aygerim türkü arasında oturduğu yerden kalktı, kendisi arkaya doğru çekilerek yerini eltisine bıraktı ve Ospan’ın deminki buyruğu doğrultusunda türküsüne devam etti.
Kaliyka gözünün önünde şakıyan Aygerim’in söylediği türküyü yarım yamalak dinledikten sonra, yanında oturan gelinin bacağını sert bir biçimde çimdikledi, etini sıkarak oturdu… Aygerim türküyü yarım bırakmadı. Fakat bu sıkış canını çıkarırcasınaydı. Jambas siyparın son bölümünü kıpkırmızı olarak, yüzünden ateş çıkar gibi bitirebildi ve boncuk boncuk gözyaşları dökerek oturdu. Kaliyka’nın arkasında, kuytuda oturduğu için onun gözyaşlarını gören olmadı. Kaliyka sezmiş olsa bile bundan çekinmiş değildi. Bilakis tıslar gibi yaparak çabucak fısıldadı:
– Yeter… Heveslenme, diye buyruk verdi.
Aygerim’in söyleyişi bununla bitmişti… Ondan sonra Birjan’ın kendi dombırası uğuldadı. Usta türkücünün mümtaz, kıvrak, büyük tınılı, güzel ezgisi kendiliğinden süzülerek çıkmıştı. Türkü kanat açıp, yayla gecesinin yıldızı parlak gökyüzüne saplanır gibi yükselerek gidiyordu…
Aynı gece, Anet boyu obaları içinde Birjan türkülerinin verdiği coşku yüzünden ortaya çıkan münferit bir olay oldu. Bu hâl Bazaralı’nın başına geldi.
Akşam karanlığı çökünce uçkur düşkünlüğünü Balbala’nın beline sarılarak gideremeyen Bazaralı ergen kızın obasına kadar onunla birlikte gelmişti. Balbala Bazaralı’yı samimiyetle saygı duyduğu, içtenlikle sevdiği için göndermek istememiş:
– Bazeke, bugün benim konuğum ol, diyerek peşine takıp evine kadar getirmişti…
Balbala’nın babası ölmüştü. Obasına baş göz olacak büyük ağabeyi de yoktu. Bazaralı Balbala’nın peşine takılarak gelip eve girdikten sonra ona benzeyen, ağırbaşlı, geniş yüzlü, kızıl sarı tenli baybişe biraz rahatsız olmuştu. Çay hazırlaması için buyruk verse de kızını döşeğin ayak tarafına çağırmış, sessizce konuşarak:
– Güzelim, sen ne yapıyorsun? Ürüyen itinin sesi buradan duyulan kaynın Torğay biraz ötede oturuyor. “Bu herifi evine niye getirdi” dese, ben ne diyeyim? Utancımdan yere girmez miyim, demişti.
Sabırlı ve serinkanlı Balbala önce akpak dişlerini bütünüyle göstererek gizemli bir gülücük sergilemiş, ardından:
– Ana, “üç günlük konuğumsun” derdin yahu! Daha ne kadar “sefa sürer” diyorsun. Torğay’ına da başımız bağlı, biz gidene kadar canı çıkmaz ya! Bazekeme nasıl kıyayım da “uzak dur” diyeyim… Korkma! Ağırla, hürmet et, ikramda bulun da gönder, demişti.
Ondan sonra, bir bağlan kesilip evin içi yeni asılan kazanla keyiflenerek şad olduğunda, içi güzel bir canlılıkla dolup sakin ve huzurlu bir gönle ulaşan Balbala kendisinin harika türkülerini uzata uzata Bazaralı’ya sundu. Balbala’nın açık sözlü, esprili ve başına buyruk mizacı Bazaralı’yı eskisinden daha çok mayıştırmıştı. Yiğidin bütün meyli Balbala’yı ayartmaya yönelikti.
Güzel kızın annesi ile ayrı bir otağda oturan yengesi pek çok ricada bulunduğu için konuk yiğit Bazaralı da pek çok türkü söyledi. Ev ahalisi sohbet, şakalaşma ve fıkralara boğulmuş gibiydi. Çok büyük bir saygı içinde hoş bir akşam geçiyordu.
Tam yatacakları zaman annesi Balbala’nın adını, itibarını, kadrini kıymetini korumak için onu yengesinin evine gönderdi, Bazaralı’yı kendisinin büyük evinde yatırdı. Böyle yapmasının özel bir sebebi vardı: Akşam oturuşunda bu eve her zaman gelmeyen bir iki yetişkin delikanlı gelmişti. Onlar Torğay ve Kulınşak obalarının çocukları idi. Öküzün terkisine binmiş, dikkat çekmemeye çalışarak gelmişlerdi. Giysileri yırtık pırtık olmuş, kuzu çobanlarına benziyorlardı. Geliş sebepleri de uygundu. Kaybettikleri kuzuyu arayan, “gündüz sizin sürünüze karışmış olabilir mi” diye soran “kayıp arayıcılar” idi. Fakat onlar “kuzudan ziyade” evdeki konuğa, evdeki insanların cemaline, şakalaşmalarına ve fıkra